Eğer şehirler, hayali bir insanın farklı yaşları ise Barselona üniversite yıllarına denk gelen, bol içkili, heyecanlı, rahat ve tasasız 17-22 arasını, New York young adult günlerine denk gelen, work hard party hard temasıyla bezeli, yeni ufuklara açılan, hayal kırıklıkları ve hayallere doğru ilk adımları temsil eden 23-35 yaş arasını temsil edebilir sanki. Ilk defa gittiğim Londra ise 35-40 yaştan sonrasını temsil ediyor sanki. Oturmuş, parasını kazanmış, belli yerlere gelmiş, hayattan keyif alan, geçmişi olan bir şehir Londra. Ilk defa gittiğimde bu izlenimi aldım en azından.
O kadar çok yapılacak/görülecek şey var ki 4 günlük gezide haldır haldır gezmeme rağmen daha özetinin yarısına gelemedim. Müzelerini anlayarak bitirmek bile minimum bir kaç ay gerektirecek belli ki. Londra notlarına hızla geçersek:
- Hiç bu kadar büyük bir şehrin, bina ortalamasının bu kadar kısa olacağını düşünemezdim. Skyline yerine bol bol park olması, Londra'yı diğer metropollerden ayıran en büyük özellik bence.
- Iki şey hakkında çok düşük beklentilerle gittim ve güzel sürprizlerle karşılaştım. Birincisi yemek. Fish&chips hariç bir şey bulamayacağımdan korkuyordum ama dünyanın her mutfağının çok lezzetli örnekleri var. Pahalı mı, bize göre pahalı. Ama lezzetli.
- Bir de Bodrum sendromu diyebileceğimiz "her Ingiliz kızı, kısa boylu, şişman, sarışın ve sarhoştur" ön yargısı... Böyle bir şey kesinlikle yok. Hem nitelik hem nicelik olarak baya başarılı buldum Londra kızlarını. Tarzları da bol çeşitli ve dikkat çekici. (Yukarıdaki kardeşim bu arada, yorumlarınızı ona göre yazın!)
- Victoria and Albert Museum'a gittim ve baya etkilendim. Hem permanent collection'da çok güzel şeyler vardı, hem de o sırada açık olan kamerasız fotoğrafçılık sergisi ufkumu açtı.
- Bir de kardeşimle Barbican Center of Arts'a gittik. Kelimenin tam anlamıyla center of arts. Çok modern bir binanın altında sinemalar (sinema derken Antonioni haftası, avantgarde filmler fln), workshoplar için mekanlar, insanların sosyalleşebileceği yerler, başka bir katta Japon modasının son 30 yılı (ki bu sergiye gittik biz)... Kıskançlıktan çatlamak üzereydim çıktığımda.
- Müzik dükkanları ise bambaşka bir konu. Adamlar 2011'in şerefine 2001-1991-1981-1971-1961 seçkisi yapıp o zamanki albümlere özel stand yapmışlar. Bir taraftan mesela Brian Eno köşesi... Ben hala D&R'da yeni Jamiroquai veya Interpol albümü görünce şaşırıyorum.
- Koşu ayakkabısı almak için Asics'e gittim ve şunu anladım ki Türkiye'deki spor dükkanlarında bizimle dalga geçiliyor. 20 pound'a ayağımın 3 boyutlu scan'i alındı; uzunluğu, basma açıları, genişliği, bok püsürü ölçüldü. Sonra bir koşu bandına nötr ayakkabı ile çıkarıldım ve ben koşarken arkamdan kamera ile çekildi. Sonra sol ayağımın bilmem kaç derece açı ile yamuk bastığını, bu yüzden sol dizimden sıkıntı yaşayabileceğimi sölediler ve bana, bana özel ayakkabı verdiler. Ayakkabıyı alınca da 20 pound'u düştüler. Ben Türkiye'de renkten başka bir şey seçtiğimi hatırlamıyorum.
- Tottenham - Bolton Wanderers maçı için White Hart Lane'e gittim. Ingiltere'de maç izlemek bambaşka bir olaymış gerçekten. Hakemin her düdüğü ile herkes ayaklanıyor, ana avrat soy sop sövüyor ve hemen yerine oturuyor. Hem fanatik hem saygılı. Tottenham'ın Chelsea ve/veya Arsenal'i geçip Şampiyonlar Ligi potasına girmesi için önemli bir maçtı. Ilk yarıda Arsenal 4-0 öne geçince herkesin heyecanı fısmıştı. Bir de Sturridge, Bolton adına beraberlik golünü attı. Ama sonra Arsenal maçı mucizevi bir şekilde 4-4'e geldi. Üstüne de Tottenham, 90+4'te galibiyet golünü atınca White Hart Lane yıkıldı. Mükemmel bir deneyimdi.
- Eminim ki hayatım boyunca bir sürü kez yolum Londra'ya düşecek, hatta şu ana kadar nasıl düşmedi anlamadım. O yüzden hiç acelem yok, daha bol bol Londra'yı özümseyeceğime eminim.