05 Ağustos 2011

Din Kültür Ahlak Bilgi

Sorularım var ve cevap istiyorum!

Soru 1) Bir süre geçti üzerinden, Caz Festivali kapsamında Amadou&Miriam konserine gittik arkadaşlarla. Konserin ortasında organizasyon görevlileri geldi, sanatçıların kulaklarına bişi söledi ve şarkıdan sonra (uzuncana) bir ezan arası verildi. Mehmet Tez'in Hafif Müzik'te yazdığına göre Esma Sultan ile Ortaköy camii'nin yakınlığından dolayı özel bir durummuş bu, ki gayet mantıklı ama sorum daha genel.

Şöyle ki, bu durumun da örnek teşkil ettiği üzere müzik, dine saygı duyuyor. Gerektiğinde ara veriyor, gerektiğinde eşlik ediyor ama kayıtsız kalmıyor ve yapıcı bir reaksiyon veriyor. Bunu müziğin dışında da hayatımızda hemen hemen herşey yapıyor. Dine saygı, dini fazla sorgulamama. Ama din, nedense kendisine gösterilen saygıyı hiç bir şeye göstermiyor; hayatın en önemli parçasıymış gibi takılıyor. Yani benim için müzik, dinden daha öncelikli. Hayatımda daha fazla yer kaplıyor. O zaman niye "dini bütün" insanlar, benim bu önceliğime saygı göstermiyor da hep ben onların dinine saygı göstermek zorunda kalıyorum? Niyetim, konser var diye ezan dursun değil (ki aslında olmayacak bişi değil, Esma Sultan'da konser varsa o akşam sadece Ortaköy Camii'nden ezan okunmasın, diğer binlerce camiinin sesi zaten duyuluyor). Benim hayatımın önemli bir parçası ile onların hayatının önemli parçası beraber varolabilir. Sadece karşılıklı saygı, anlayış, anlamasan bile tolerans. Bu kadar mı zor?

Birinci soruyu özetleyeyim: Niye herşey dine saygı duymak ve yolundan çekilmek zorunda da din, hiç bir şeye saygı göstermeden varolmaya devam ediyor? Ufak bir not: Kesinlikle Islamiyetten bahsetmiyorum, bütün dinler kapsama alanımızda.

Soru 2) Asmalımescit'te bir ton masa, bir akşam ansızın gelen adamlar tarafından toplandı. Üstünde yenilmekte olunan yemekler, masaların üstünde oturan insanlar yoklarmış gibi varsayılarak. Bir grup insan bağırdı "hayat tarzımıza tecavüz ediliyor" diye. Diğerleri de belediyenin aslında çok saçma bir şey yapmadığını, verilen işgaliyelerin hakkından çok daha fazla yere masa atıldığını, yürümenin çok zor olduğunu, yapılma şekli yanlış olsa da yapılanın doğru olduğunu söylediler. Açıkçası ikinci grup haksız da sayılmazdı. Asmalı, gerçekten artık (özellikle cuma ve cumartesi akşamları) adım atılamayacak bir duruma gelmişti ve böyle bir şey gerekliydi. Ama bugün, yapılan bu operasyonun samimiliğine olan inancım sıfırlandı. Her gün gidip yemek yediğim, çok düzgün insanların, kimsenin hakkını yemeden işlettiği Fıccın'da da bütün masa ve sandalyelerin toplandığını görünce gerçekten tepem attı. Fıccın'ın işgaliyesini belediyeye ödediğini biliyorum, hatta çarşamba günü masalar toplanmadan saatler önce belediyeden masaların nasıl konulabileceğine dair yazı gelmiş. Ona göre koyulan masalar da bir kaç saat sonra toplatılmış!! Sebep de "Başkan"ın bakacağıymış. Ertesi sabah masalar koyulduğunda, zabıtalar gelip işgaliye ödenen yerdeki masalar dahil hepsini toplayıp gitmişler. "Başkan'ın emri". Benim anlamadığım hakların ödendiği yerleri bile işletmelerin kullanamaması, Başkanların emretmesi ve bunun sorgulanamaması ne demek? Açıklanmaya ihtiyacı olan sorular. Müşterilerden biri bunun nasıl da ramazana denk getirildiğini belirtti, o kadar komplo teoristi olmak istemem ama ramazana denk geldiği de bir gerçek. Eğer eylül başında, bayramdan sonra bir anda Belediye ile işletmeler uzlaşırsa o zaman ne olacak? 11 ayda bir bu kavga mı yaşanacak? Peki o zaman bu, hak-hukuk-kanun kalkanının arkasından sallanan padişah kılıcı olmuyor mu?

Asmalımescit, Cihangir, Galata, Taksim ve genel olarak Beyoğlu, Türkiye'nin geri kalanında hemen kabul edilmeyecek tarzda insanların rahat barınabildiği, kültür ve sanat beşiği, insanların "burasında" değil rahat rahat gezdiği yerler. Hatta çoğu kişi tarafından kurtarılmış bölge olarak görülür. Ve buralara yapılan kanun yapıcılığının, o kanunları çiğnemeye çalışan bazı işletmecilerden bile daha mide bulandırdığını düşünüyorum.

Fasulye'nin faydaları kalıbı nereden gelir hiç merak etmiş miydiniz?

08 Temmuz 2011

Rock Werchter


Bu yaza da babalar gibi bir festival sığdırdık ya, sırtımız yere gelmez artık. Bu seneki Rock Werchter'den notlar:

- En başta yağmura, yağmadığı için teşekkür ederek başlayalım. Yağsaydı çok tatsız olacağı belli bir festivaldi.

- Hijyen şartları, beklediğimden çok daha iyi çıktı. Tertemiz tuvaletler, sıcak duşlar. Yani kızların da gidebileceği bir festival Werchter. Ama aramızdan şehirde otelde kalanlar da oldu, o kadar gayliğe gerek yok bence. Festival azcık da pislenmektir ve pislenmek de güzeldir.

- 4 günlük festivalin günlerini sayayım, yorumlar sonra: ilk gün TV on the Radio, Queens of the Stone Age, Linkin Park, Chemical Brothers. Ikinci gün The National, Arctic Monkeys, Kings of Leon. Üçüncü gün Elbow, PJ Harvey, Portishead, Coldplay. Son gün de Two Door Cinema Club, Fleet Foxes, Kasabian, Iron Maiden, Black Eyed Peas.

- En iyi 3 konser: 3- Arctic Monkeys, 2- Kings of Leon, 1- Coldplay. Coldplay hakkaten çok iyiydi be!

- Plaseler: Black Eyed Peas (2.5 saat de çalınmaz ki), Fleet Foxes, Two Door Cinema Club, Queens of the Stone Age ve TV on the Radio. Two Door Cinema Club belki bir riff üstüne 15 şarkı yazıp albüm çıkarmış olabilir ama baya eğlencelilerdi ve seyirciyi inanılmaz coşturdular. QOTSA her zamanki gazıyla acayip coşturdu. TVOTR, her geçen gün performansını olgunlaştırıyor; zaten birbirinden baba 4 albüm var repertuarlarında artık.

- Itiraf ediyorum Chemical Brothers'ı izleyemedim. Çok yorgundum. Ama baya iyi dedi bizim tayfa.

- Hayal kırıklıkları: Iron Maiden ve The National. Iron Maiden gereğinden çok fazla yeni şarkı çaldı. Bir de üstüne Bruce Dickinson önce ¨her Maidensever Maiden ailesinin parçasıdır sevgi barış özgürlük¨ deyip, iki dakika sonra gözüne lazer tutan kişiye sahneden on saat saydırmasıyla baya bir üzdü. The National ise hafif melankolik havalarını açıkhavada, şarkılarına tam hakim olmayan bir kitleye, güneş altında pek yediremedi. Ki iki grubu da baya severim.

- En enteresan gelen şeylerden biri Rock Werchter'de, festivallerin demirbaşı olan uzun bayrak kültürünün hiç olmamasıydı. Belki de yasak ama sanki öyle değildi. Özellikle Roskilde gibi omuza çıkmanın ve crowdsurfing yapmanın bile yasak olduğu yerde bayraklar fora iken herkesin birbirinin omzunda olduğu Werchter'de tek bir bayrak bile olmaması baya garip geldi.

- Flamanca baya tatsız bir dil.

- Viva La Vida, acayip gaz bir şarkı. Canlıyken daha da ga oluyor hatta. Konserin ortasında çaldı şarkıyı Chris Martin and co, konser bitti çadır alanına gidildi hala herkes ooOOoooOOO diye bağırıyordu.

- 4 gün sadece patates kızartması, hamburger ve pizza ile beslendik. Baya gına geldi. Sakın festival alanında Carrefour var diye kanmayın, bir kamyonun içinden ibaret. Siz siz olun, alışverişinizi önceden yapın. Kamp alanına etinden sütünden tüplü ocak getirmek bile serbest. Evinde barbekü yapar gibi takılabilirsin çadırında yani.

- Roskilde'de çadır alanlarında nerelere çadır kurulabileceği iplerle belirlenmişti. Werchter'de öle bişi yok, nereye bulursan çömüyosun. Biraz düzensizleştiriyor açıkçası kamp alanını. Bu arada gidecekseniz Camping Plus bileti alıp çarşamba akşamından çadırınızı kurun. A kampları festival alanına yakın ve asıl partiler orada oluyor. Normal camping bileti aldıysanız A'larda yer bulmanız zor. Biz B0'da kaldık, fena değildi ama sanki diğer mekanlar daha iyiymiş gibi bir his aldım ne yalan söliim.

- Bu arada Brüksel beklediğimden çok daha renkli ve güzel bir yer çıktı. Biraları ulusal gurur meselesi. Delirium'a kesin gidilmeli. Mimarisi de baya güzel.

- Belçikalı kızlar da beklemediğim kadar başarılı. Ama o dilleri yok mu? Flamanca konuşmasalardı keşke...

Sırada Glastonbury ve Coachella var. Aslında 3. kez Roskilde'ye gidip acayip sefil olduktan sonra bu işlere tövbe etmiştim ama neyse ki bu sefer kıçımı kaldırıp gittim. Tekrar şevk geldi.

15 Haziran 2011

Tumbla



Tembelliğin, ne kadar dayanırsam dayanayım, bir gün galip geleceğini biliyordum. Aktif kullandığım twitter hesabımın yanında, blogdan daha kolay olduğu için bir tumblr hesabı da açtım. Tabi orası daha görsel, bir cümle iki cümle, buranın yerini tutmaz. Ama bilesin diye diyorum, artık bu blogun bir tumblr hesabı var.

Random Defunct Tumblr

27 Mayıs 2011

Karanlıkta Yemek

BU yazıyı tamamen gözlerim kapalı yazmayakarar verdim. Dün akşam annemle karanlıkta yemek olayına gitdik, ne kadar zamandır gitmek isteyip de gidemiyordum. Onu yazacağım.Yazım hatalarını da silmeyeceğim. O yüzden umarım anlaşılmaz bişi çıkmaz ortaya.

Bir süre önce barselonada gitmeye niyetlenmiş ama gidememiştik, dün akşam Galatanın ortasında, Kör fotoğrafçılar projesinin bir ayağı bu karanlıkta yemek. Ama zigfiri karanlıkta, hiç bir şey görmeden, kör, ya da politically corect olarak, görme engellilerin servis yaptığı, müzik çaldığı bir ortam. Ve baya değişibir deneyim. Olay, körlerin ne yaşadığını anlamak ve onlara acımak değil aslında. Hatta tamtersine körlüğün düşünülen kadar acınaacak bir şey olmadığına karar verdim dün akşam. Tek yağptoğın gözün tembelliğini ortadan kaldırmak. Bir madde olarak mekandaki varlığın kaybolduğındanetrafını algılamak zorundasın yine ve bunu gözlerinle değil başka duyularla yapıyosun. Yani aslında beyindeki mekanıı gözlerinle değil diğer duygularınla çizmek. Sesler, seslerin uzaklıkları, hislerin, sıcaklık soğukluk.

Enteresandır, masamıza yönlendirildik, elele verip masalara gittik ve ghızla yerime alıştım. çok da rahat ettim. Ama sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde masadan kalktım, herkes piste dansetmeye davetedildi := neyse ben de kalktım, ve alıştığım yerimden kalktıktan sonra, uzaklaştıkça, sanki karanlık daha da bir siyah olmaya, daha bir koyulaşmaya başladı. Baya enteresan bir deneyimdi. Ayrıca yemekleri bilmeden yemek, nası keseceğini bilmeden yemek de garip bir deneyimdi. Ama karanlık odada foto basmaktan bir alışkanlığım olduğu için çok garipsemedim ve üstüme dökmeden yemeyi becerebildim.

Bunun dışında işin belki de en güzel tarafı, iç güzellikle yaşıyosun. O sırada farkettim ki genelde bu durumdan kaçmama çalışmama rağmen ne kadar herşeyi görünüşüne göre yargılıyoruz. Ne giyindiğimiz, saçlarımız, bakışlarımız ne kadar çok şeyi determine ediyomuş. Karanlıkta insan bütün ön yarglılarından kurtuluyor, tamamne iç güzellik. Insanların da yediğin pilavın da içtiğin şarabın da iç güzelliğine odaklanıyosun. Çok daha eşit bir hayat, önyargısızlık.

Bir de mesela herkes, aslında ne kadar güven duygusu içinde orada olduklarından bahsettiler. Hani karanlıkta, başkalarına güvenerek hayatını devam ettiriyosun mantığıyla. Benim için ise hiç öyle değildi. Kimseye güvenmek zorunda değil körler, ve güvene muhtaç da diilller. Kendi dünyalarını kendileri yaratabilir ve devam ettirebilirler. O yüzden çok daha sayfu göstermeye ve takdir etmeye başladım onları.

Gecenin en enteresan şeylerinden biri de Braille alfabesinden yapılmış Playboy dergisiydi, içi tamamen makale::)

Fotoğraf yok, çünkü hem foto makinesi almadım yanıma, hem de bu yazının amacına uuygun değil. sadece herkese tavsiye ettiğimi belirtmek isterim bu deneyimi. Bir blogpostu bile gözleriniz kapallı yazınca, insan bir garip hissediyor. Isterseniz bir tweeti veya bu posta yorumu gözleriniz kapalı atın, o bile garip gelecek ama sadece en başta. Sonra ona ne kadar çabuk alıştığınızı görmek daha da garipsetecektir sizi.

(şimdi okudum da baya bir kısmını doğru yazmışım, vay be)

25 Mayıs 2011

Towers of Song




Mart sonu, nisan başı yaptığım bu videoyu, yazısını yazmış ama bloga koyamamıştım (teknik zamazingolardan dolayı). Bugün bir anda aklıma geldi, Youtube embed'ini koyayım dedim. Buyrun, hem yazı hem video.


----------------------------------------


Yeni evime taşındığımdan beri koli koli CD ellerimden öper bir şekilde duruyordu antrede. "Abi beraber boşaltır, müzik muhabbeti yaparız" diyen kolpaçinolar sayesinde 2 ay orada duran velinimetlerimi, sonunda dayanamayıp alfabetik sıraya dizme kararı aldım. Aslında bütün olay, alfabetik sıraya dizip bir de fotoğraflarını çekmekti toplucana. Ama farkettim ki kolilere sırayla koyulmamış CDleri önce sıraya dizmek lazım. Ve bu aslında pek de azımsanmayacak bir iş.
Dedim ben bu kadar efor koyuyorum, bari bir "behind the scenes" çekeyim. Sonra o fikir, bir stopmotion film yapma fikrine dönüştü ve karşınızda bunun ürünü Towers of Song var. Filmin ismi Nick Cave şarkısındır aparkat, film müziği de Beck'in Nausea'sı. Neyse hiç kolay bir iş değilmiş stopmotion, bunun öğrendim bu vesile ile de.

Çok üstüme gelmeyin, ilk yönetmenlik deneyimim ama yorumlarınızı bekliyorum.

24 Mayıs 2011

Bir Gün Dönüp Bakınca Düşler

Ne kadardır adam gibi blog yazmıyorum, fikir yok mu var ama elim gitmiyor. Bir de diğer (motorsporları) blogu olunca iyice vakit ayıramıyorum.



Bir de şunu farkettim, blog yalnızlık işi benim için. Bir arkadaş gibi, iyisiyle kötüsüyle. Yani içimi dökmekte sıkıntı yaşamıyorum ama bazen diğer arkadaşlarımla daha çok görüşüp blogla daha az hoşbeş ediyorum. Ve tabi bir de twitter var. Blogdan çok daha "kurz and schmerzlos".



Tabi bir yandan da blog özgürlüğümüzü kaybedebilme ihtimalimiz var. Onun için bile bir satır yazmadım buraya, utanıyorum kendimden. Bozcaada Maratonu için buralarda olmadığımdan dolayı protesto yürüyüşüne katılamadım (onu bile yazmadım buraya). Kaç bin kişi olursa olsun, bir gün toplanıp yürümekle hiç bir şey olmaz kanımca, protestonun süregelen bir şey olması lazım. O yüzden biz de bu haftasonu yapılan Chillout Festivaline tshirt yaptırıp gittik. Bundan sonra da ufak tefek, karınca kararınca da olsa eylemlerimiz devam edecek.



Bir yandan da tamamen gündemdışı konular da yazmak istiyorum. Mesela bir 100 Facts About Me postu görmüştüm Geowyns'in blogunda, yapsam mı kendimce demedim değil. Hem ben de kendimi bir gözden geçirmiş olurum. Bunun dışında daha önce yaptığım bir stopmotion video vardı, ilk yönetmenlik denemem. Onu bloga eklemeye çalışmışım ama yapamamıştım. Onu da Youtube embed özelliği ile tekrar koymaya niyetliyim.



Bunun dışında yaz geliyor, takılmasyon, seçimler fln, bakarsınız aylarca uğramam bir daha. Kim bilir...

28 Nisan 2011

Sabahlar Olmasın!

Son yıllarda aldığım en iyi kararlardan biri, artık (ne fiziksel olarak ne de online formunda) gazete okumamak ve televizyon izlememek. Henüz yapmadıysanız tavsiye ederim; düşündüğünüz kadar zor değil ve iki üç günde adapte oluyorsunuz. Ne değişiyor? Türkiye'de ve dünyada hiç bir şey, kişisel olarak ise insan zihin açıklığınızı geri kazanıyorsunuz. Artık tek haber kaynağım Twitter.



Yine de insan gündemden maalesef uzak duramıyor çünkü gündem ve onun getirdikleri, hayatımı birebir etkiliyor artık. "Bir tanecik şiir okumak" suçundan hapis yatan Başbakan ve onun yıllarca ezilmiş ve hor görülmüş iktidarının, özgürlük, özgür irade ve ifadenin değerini bileceğini ummamız lazım aslında. Ama benim kişisel olarak daha önce yaşamadığım, benden büyüklerin de yaşadıklarını duymadığım bir özgürsüzlük ve baskı rejimi ile karşı karşıyayız. Artık sabahları iyi haberler almak bile değil hedefim; sıradan bir güne başlayayım, twitter'da trafiğe küfredilsin sadece.



Ama altalta yazınca bile çekilmez bir olaylar silsilesi, her gün yeniden yaşanıyor. LGS-ALES rezaleti mesela... Köpek gibi çalıştığım, yıllarımı sikko ve içi boş kitaplara verdiğim günlerim aklıma geliyor. O kadar emeğimin karşısında, seçilmiş birilerinin dağ gibi durması beni nefretle kendimden geçirirdi heralde. Ama bu sene sınava ben girmedim diye bir şey değişmiş değil, yine aynı nefretle doluyorum. Belki daha uzun yıllar var ama çocuklarımın hakları, gelecekleri ellerinden alınıyormuş gibi hissediyorum. Ben mi abartıyorum?



Internet sansürlerine ne demeli? Günlük hayatımızın bir parçası onlar zaten; sabah trafiği, öğle yemeği, internet sansürü, akşam maç fln fln. Dün bir boyut daha atlanmış oldu bu şeytana karşı savaşta. Münafık kuvvetler, artık hangi domain'lerin alınıp alınamadığına da karar vermişler. Mesela içinde 31 geçen domain name yassah! Seçimlerden sonra toptan kaldırsın 31 sayısını bence, 29 30 32 gibi. Ne de olsa asal sayı, çarpım tablosunu da etkilemez. Sonra baldız da yasak. Kelime olarak aslında aileden bir akrabayı tanımlayan bu harf öbeği, demek ki yeni tabularımız arasında. Bunun yanında Adrianne, itiraf, nefes, şişman gibi kelimeler de yasak. Yılların itiraf.com'u kapanabilir yani. Birbirine sarılan çiftlerin otobüslerden tekme tokat kovulduğu ama fortlamanın kabul gördüğü yerde, çocuk pornosunu internetten kaldırıp sokaklara taşımak (bknz her günkü ana haber bültenleri) garip karşılanmamalı. Ne de olsa kadın eti erkeğin malu, haklın tabusu.



Dün gelen William S. Burroughs'nun incelenmesine ne demeli? Amerikalı gay ve uyuşturucu bağımlısı bir yazarın, Türkiye gibi kitap okuma seviyesi %4.5 olan (o kitaplar da Da Vinci Code, Inci Küpeli Hatun, Ejderha Dövmeli Dilber vs olduğu) bir ülkede aile kavramını tehdit etmesinden korkulması son derece fıkra misali. Ama yine de trajik bir tebessüm edebiliyoruz buna. Tam saha pres demokrasisinin bir önceki maarifetinde (Ahmet Şık ve Imam'ın Ordusu) o trajik gülümsemeyi bile yapamıyorduk. Bu arada Ahmet Şık'ın kendi duruşmasına "araç bulunamamasından dolayı" götürülemediğini de not düşelim. Yakında Hunter Thompson da ülkemizde yasaklanır ve "RTE Kafası" diye ilaç çıkarılırsa şaşırmam. Fena da olmaz aslında.



Ve çılgın projemiz... Aylarca çok gizli tutulduğu sanılan, basına sızan teorileri görünce "bu kadar da mallanmaz heralde" deyip gerçeğini beklediğimiz şu çılgınlık... Çok fazla eleştiremiyorum çünkü anlamıyorum. Niye böyle bir şeye ihtiyacımız var? Boğaz'daki gemi trafiğini oraya yönlendirmek için mi? E ama orası da Istanbul. Ayrıca oralardan geçiş ücreti almayı umduğumuzu düşünüyorum ama o da Montrö Anlaşmasıyla yasaklı zaten. Etrafına yeni yaşam merkezleri koyabilmek için mi? E oralar hep orman arazisi. Peki Istanbul'un en büyük trafik sorunu, bir yaka ile öbür yakanın arasında Boğaz olması ve bunu aşmanın iki köprüden (ve Harem-Sirkeci arabalı vapurundan) başka yolu olmaması değil mi? Niye şimdi bir Boğaz daha? Ve bir sürü köprü daha. Gerçekten yüzlerce milyar dolara değecek bir proje mi bu? Rant diye basit bir cevapla gelmek istemiyorum ama başka bişi göremiyorum, yardım edin.



Bir de bu çılgınlığın yanında güme gitmeyen bir nokta vardı. Haşmetlim, Marmaray projesinin uzun sürmesinin nedenini CHP'nin çanak çömleklere takması yüzünden olduğunu iddia etmiş. Ne CHP'yi severim, ne de o "çanak çömlekleri" umursayacaklarını düşünüyorum. Ama çanak çömlek diye bahsedilenin, Istanbul ve insanlık tarihinin önemi abartılamaz kalıntıları olduğunu bir kez daha yazalım. Gerçi Kanat Atkaya çok daha iyisini yazmış, linklemezsek olmaz. Ben de iki dakikasından fazlasını izlemeye dayanamadığım toplantı ile ilgili bir gözlemimi ekleyeyim. RTE, "içinden nehir geçen şehirler var. Ama dünyada içinden iki deniz geçen tek şehir Istanbul" deyince salondan alkış koptu. Yandaşlar heralde bunu da AKP'nin bir marifeti sandı ama bu, Istanbul'un coğrafi özelliğinin yanlış aktarılmış doğal hali sadece. Istanbul'un içinden iki deniz geçmiyor, ikisini bağlayan bir boğaz geçiyor. Daha çok bilgi için Strait kelimesi.



Artık sabahlar olsun istemiyorum, her sabah ne saçmalık duyacağımdan korkuyorum çünkü. Ama şimdi sabahlar olmasın dedim ya, belki ben de yasaklanırım. Bir dakka, hala içinde "sabah" ve/veya "akşam" geçen domain'ler alınabiliyor mu?

11 Nisan 2011

Deconstructing Harry


Bugün 11 Nisan 2011, yıkılmanın günü. Hem madden hem manevi olarak. Çünkü birini sevmekten çok farklı diildir takım tutmak da. Sebepleri vardır; her şeyin iyi olacağına inanırsın, karşılık beklemeden stada gidersin, yeri gelir bağırır yeri gelir ağlarsın, sana inanmayanlara kızarsın, ve o inanmayanların dedikleri çıktıklarında da kızarsın neye kızdığını bilmeden. Ama gün gelir öyle bir mutluluk olur ki o stadın içinde, dünyanın geri kalanı umrunda değildir. Haykırmak, bağırmak, herkese anlatmak istersin. Ama bir takım tutmanın, bir renge gönül vermenin, bir insana gönül vermekle en ortak kesişeni mantıksızlığı, sebepsizliğidir. Yukarıda saydığım o sebepler, aslında ufacık bir yüzdesidir içinde hissettiklerinin. Gerisi kelime tutmaz, söze gelmez. Işte bu bölümüdür en acıtanı.

Bugün Ali Sami Yen’i, gittiğim geldiğim, aşina olduğum, çok şeyler paylaştığım Ali Sami Yen’imi yıkıyorlar. Yeni bir stad var elde, hayat devam edecek belki. Ama aynı olmayacak işte. Yeni stadda her şey daha güzel olacak belki, ama belki de olmayacak işte. Senle benim elimde aslında her şey, şu ana kadar çok mutluluk yaşatsa da kötü günde de silkinmeyi, göz göze gelmeyi, birbirimize devam demeyi bilmeliyiz. Ancak o zaman köklerini Ali Sami Yen’e attığımız umutlarımız, yeni stadda da yeşerebilir. Ve orada bir yeşertmeyi başarırsak, o zaman kimse bizi tutamaz.

24 Şubat 2011

And Then It Happened On A Tuesday Morning

Herkesin hayatında, hayat değiştiren çok pivotal periyodlar olur. Bazen beklendik bazen beklenmedik. O an/gün/ay veya benim durumumda mevsim gelir ve hayat baştan aşağı değişir. Bugün 24 Şubat; bundan 3 ay önce 25 Kasım'da, son kez GATA'ya yatmış ve hayatımı değiştirecek olan olayların bir bakıma başlangıcını yapmıştım. O zamandan beri medeni hal, adres ve kafa yapısı değişiklikleri yaşamış ve kendimi toparlamıştım.

Şimdi hem iş hem de özel hayatımla ilgili bambaşka değişikliklerle bu periyodu devam ettiriyorum. Şükürler olsun ki bunlar hep ileri ve güzel şeyler.


Bu post amaçsız biliyorum, sadece mutluluğumu paylaşmak istedim.
Related Posts with Thumbnails