30 Kasım 2009

Amsterdamische

Adam olacak bebe, bokundan bellidir derler ya. Adam olmayacak seyahat de daha gitmeden belli olur. Insan, Amsterdam'a gitmeden önceki gün hastalanır mı? Işte, bahtsızsa hastalanır. Sonra ateşler arasında gelen doktor'un ısrarlarına karşı, son dakikada bavul hazırlanır ve gidilir yine de. Napıcam ki, bütün bayram evde ateşli mi oturucam, DVD fln mı takılıcam. Hele de bütün otel-uçak vs masrafları ödenmişken...

Hasta psikolojisinden çıkıp bavul kafasına girdik, atladık havaalanına gittik, yine ateşim çıktı. K. ise benim ateş düşürücüleri evde unutmuş. Havaalanı lounge'unda yan basma durumları. Adımın anons edilmesini de barındıran bir kaç aksiyondan sonra bunu da hallettik. Bu sefer de rötarlarla başladık. Önce 1 saat, sonra 1 saat daha. Bari 2 saat daha erteleselerdi de ManU-BJK maçını izleseydik. Buradan Beşiktaşlılar'ı da tebrik ederiz. Uçaktan inip haberi twitter'dan alınca inanamadım (twitter'dan al haberi sekansları)

Ilk iki gün genelde oteldeydik, bir inip bir çıkan ateşimden dolayı. Yine de bir coffeeshop olayı yaşadık tabi ki. Sonraki iki gün de ben iyileşip K.'nın ateşi çıkınca Amsterdam'ı elde var sıfır ile tamamlamış olduk. Bi bok anlamadık. Tek bir kare fotoğraf bile çekmedik. Biletleri bir gün öne alıp evimizde pineklemek ve son dakikadaki havaalanı alışverişi, belki de Amsterdam seyahatinin en iyi tarafıydı. Kimin gözü kaldıysa, kör kaşıkla peşindeyim, haberi olsun.

Ama dönüp bakıyorum da, Amsterdam, o kadar da abartılmaması gereken bir yer. Özellikle de kendi evinde yaşayanlar için. Eğer kendi mekanında istediğin an bir meclis toplayıp kuru/sulu takılabiliyosan ve sevgilinle yaşayıp özgürce seks yapabiliyosan, oralara gitmenin en ufak bir anlamı kalmıyor. Ama sevgilinle beraber kalamıyosan, constant bir aile baskı ile potansiyel keyiflerden mahrumsan, o zaman tamam, Amsterdam senin mekanın.

Ama biz oradayken bir sonraki destinasyonlarımız hakkında bile düşündük. Barselona, Stockholm ve Köln arkadaş kontenjanından girdi listemize, bir de Berlin olabilir diye düşündük. Bi de para ve zaman biriktirinceki hedeflerimiz var: Kilimanjaro Dağı, Güney Kutbu, Uzak Doğu'da island-hopping. Hemen zaman ilerlesin de bunları yapalım diyoruz. Net!

24 Kasım 2009

Flash Forward Kafası

Dizilere karşı ciddi bir direncim vardı yakın zamana kadar. Sit-com dışında bir tek Asmalı Konak'ı izlemişliğim vardır mahalle baskısıyla ama hoşuma gitmişti. Onun dışında The Coupling izlemişliğim var ama o da hafta hafta diil, arasıra açıp internetten izlemek. Yani takip etmek diil, arasıra göz gezdirmek denir ama severim baya. Bir de 1 Kadın 1 Erkek var. Onlar da iyi patladı ha, Turkcell sponsor olmuş. Neyse.

Yine de herkesin çılgıncana izlediği yabancı dizilerin hiçbirini izlememekle övünürüm. Lost, Desperate, Prison Break, Friends fln hiçbirini tek bir bölüm izlemedim. Çünkü ben, obsesif bir kişiliğim. Sevdim mi kitlenir, ona adanırım bi anda. Big Lebowski'yi en az 20 kere izlemişliğim vardır mesela.

Ama ikinci kere mahalle baskısına boyun eğdim ve Flash Forward'a başladım gençler. Iyi yerden başladım çünkü zaten 9 bölümü var. Izledim hepsini bir gecede ve bitti. Içim rahat, obsesif olamam istesem de. Ama şerefsizler, acayip bitiriyorlar bölümleri. Öyle Aşk-ı Memnu gibi değil, ciddi merak uyandırıyor ve öbür bölüme transit geçiş yaptırıyor. Eminim bu herifler, dizinin kendisini düşündükleri kadar bölümlerin son anını düşünüyorlardır.

Bir de bu Flash Forward fikri bana çok orjinal gelmedi. Daha ilk bölümde K.'ya "leyn bu Oedipus" dedim direkt. Mantık aynı, insanlar geleceği öğreniyorlar ve bunu değiştirmek istiyorlar. Biri bayılıp vision görüyor, öbürü zahmet edip Oracle'a gidiyor. Sonra da geleceğini beğenmeyenler bunu değiştirmek için kıçlarını yırtıyorlar. Sonunda nolacak bilmiyorum dizinin ama vision'lar gerçekleşirse tam bir Oedipus olacak bence.

Bir de Facebook'ta Agent Noh ölmesin fanpage yapmak istiyorum. Kafa herif ya, esas oğlandan bir adım önde kendisi.

Bu arada, bayramınızı şimdiden kutluyorum. Neden mi? Bayramda kepenk kapatıyoruz, kapsama alanı dışına çıkıyoruz. Dönüşte hatırladıklarımı yazarım. Eminim enteresan şeyler çıkacak. Ellerinizden öperim okurcanlar.

20 Kasım 2009

Resimlerle Bozcaada

Çanakkale'de iş yapıp Bozcaada'da kalmak, hele de kış civarıysa baya keyifli oluyor. Insan foto makinesi olmadığı için üzülüyor, cep telefonuyla olayın hakkını veremiyosun. Napalım!





17 Kasım 2009

Kanka Baskısı

Özellikle şu yasaklar geldiğinden beri sigara içmek daha bi "out" sanki. Eskiden sigara içenler daha havalı, daha asi, daha seksiydi ya, şimdi tam tersi gibi geliyor bana. O kadar çabuk alıştım yasaklara, bir yemekte masada veya kapalı bir yerde tüttürenler direkt dikkatimi çekiyor, negatif anlamda. Zaten çevremdeki en tiryaki içiciler bıraktı, ileride o peer pressure da kalkarsa yeni, körpe nesillerde de sigara içen pek kalmaz heralde.

Zaten kiminle konuşsam, "şuna yazmak için", "arkadaşlar içiyodu diye", "abi asi gibiydik o zamanlar" diyor sigaraya başlama nedeni olarak. Hiç bir zaman sigara içmedim, eksikliğini de hissetmedim. Ama 26'ımda peer pressure'dan dolayı başka bir kötü alışkanlık ediniyorum: PES.

Bebe çağında bilgisayara erişimi olan ilk jenerasyonun mensubu olaraktan, her zaman araba yarışlarını çok sevmişimdir. Ama Türkiye gerçeği, herkes de futbol oynu oynar. Kimse araba yarışı oynamaz, benimle oynama hatasını yapan 1-2 kişi de 2 yarış sonra cayar. Neyse işte, yıllardır arkadaşlarla toplanır, testesteron yüklü gecelerde PES turnuvası yaparız. Yazarınız RD, bu turnuvalara fasulye kontenjanından eklenir, her ne kadar kendini geliştirse de bir üst kademeye geçemezdi.

Şimdi PES 2010 çıktı, daha yeni. Ben de çıkar çıkmaz aldım, hırs yaptım "a.k bu sefer yapacam" diye. Galiba da yapıyorum yavaş yavaş, hızla adapte olup yıllarca tokat yediğim adamları tokatlamaya başladım. Tam bir video oyunu Rocky'si oldum! Acı yok Italian Stallion!
Ama baymıyor da değilim. Hem PES'ten hem de bilgisayar oyunlarından bayıyorum biraz açıkçası, üstümde peer pressure olmasa hiç oynamam hatta. Al sana nurtopu gibi bir itiraf. Ama bir itirafım daha var. Mart 2010'da Gran Turismo 5 çıkacak. Bak onu şimdiden deli bir hevesle bekliyorum. O sıralar blog yazamayabilirim aklınızda bulunsun.

Vespa Transformers

Eğer bu insan, oğlunun "babaaaa bana transformers al" ısrarlarına dayanamayıp bunu yaptıysa çok cool'dur. Ama görünce aklımdan şu geçti: "Just you wish!"

12 Kasım 2009

3 Post 1 Arada

Arabacıbokye

Arabacıbokye veya enivicivoke. Hepsi aynı. 80lerin ilk yarısında doğan jenerasyonun ultimate toplumsal algı hatası. Hippie'ler için de Hendrix'in "excuse me while I kiss the sky" dizelerini "while I kiss this guy" diye algılaması var önemli toplumsal algı hataları arasında. Bir de websitesi var kissthisguy diye, yanlış anlaşılan şarkı sözleri derlemesi. Demem odur ki, algı müthiş bir şey. Herhangi bir şeyin ne olduğu değil nasıl algılandığıdır önemli olan. Ve benim algım feci çalımlar atıyor bana bu aralar. Haftasonu yaptığım Facebook olayını hatırlatırım tekrar. Yeni bir bomba ile yine karşınızdayım.

Bayramda K. ile Amsterdam'a gidiyoruz (oyecomova, postun ileri satırlarında dem vurucam burdan). Otel ayarladık falan fistan derken, internette bir sitede otelimiz hakkındaki açıklama yazısındaki cümle kafama takıldı: "Amsterdam'ın merkezinde kalın ve geniş odanızda rahatlayın". Oha dedim, kalın ve geniş oda. Girin rahatlayın. Vay anasına dedim, red light mantalitesi hotelleri bile sarmış. Peki gerçek ne? Amsterdam'ın merkezinde kalın (yani kalmak fiilinden türetilmiş olan kelime) ve geniş odanızda rahatlayın. Böylece penisin, üremek dışında düşünme yeteneğine de sahip olduğunu tescillemiş bulunuyoruz.
Toptan Işınlanmayı Keşfettik

Dediğim gibi, bayramda Amsterdam'a gidiyoruz K. ile. Iki uçak bileti, bir oda rezervasyonu var ama sanmayın ki tek başımızayız. Bütün Cihangir ve Asmalımescit, Amsterdam'a ışınlanıyor. Muhtemelen sokaklarda devamlı birilerini görücez, spontan programlar yeşerecek. Dönüşte hatırladığımız kadarınca aktarırız alterno Taksimcilerle yaptığımız enteresan şeyleri. Ne de olsa onlardan biriyiz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Yalnız buradan bir çift lafım da işletme sahiplerine. Bayramda bir haftalığına Amsterdam'dan yer kiralasanız, açsanız bir Babylon Amsterdam, bir Otto Red Light, fena olmaz mı? Piyasa dağılmaz, kıpır canlı gençler kesişlere devam eder, home away from home olur.
Neo-Jöntürkler

Bu alternolar var ya yukarıda bahsettiğim. Bazen acayip şekilde Osmanlı'nın son zamanlarında yurtdışında okumaya gönderilen gençlerle benzetiyorum. Dağılmakta olan bir ülke, Avrupa standartlarında eğitilen ve geri dönüşünde ülkesine alışamayan bir gençlik. Biz ya ayağımıza gelmiş Avrupa standartlarında okullarda ya direkt yurtdışında okuduk ya da halihazırda yurtdışına taşındık bile. Türkiye de (milliyetçilik akımıyla parçalanan Osmanlı gibi) hiç olmadığı kadar kutuplaşıyor bu aralar. Ama pek de umrumuzda değil aslında. Ortamımıza, sanatımıza, müziğimize, içkimize dokunmasınlar da ne bok yerlerse yesinler. Ne de olsa kendi seçimlerimizden çok Obama'yı takip ederiz, PowerTurk'e burun kıvırır ama indie gruplarını kurulduğu an öğreniriz, Yunan polisinin kurşunladığı Alex kardeşimizdir ama Türk polisine karşı boynumuz kıldan incedir. Gece rüyamızda dünyayı kurtarıp, sabaha onun özgüveniyle kalkarız biz. Şehrimin gettosu, turistik ve romantiktir benim için, o yüzden sempati duyarım. Mücadelesini anlayıp sevme hali değil bu. Fotosunu çeker, bloguma yazar, arkadaşlarıma hava atarım. Pulp'tan Common People'ı severim, bağıra bağıra söylerim. Ne de olsa "poor is cool"dur, "you never see your life slide out of view"dur. Sonra emo saçlarımla topladığım ödüllerin ardından direkt teşekkür konuşması çalarım, yalnız ve güzel ülkeme selam ederim. Biz Türk vatandaşıyız ama Türk değiliz ki! Kafa kağıdında Müslüman yazar ama din olgusunu sevmeyiz ki! Kısacası ne olmadığımızı, neye karşı olduğumuzu çok iyi biliriz. Ne olduğumuzu henüz bulamadık ama acelemiz yok, elbet bi ara çıkar ortaya. Seviyorum beni ve bizi.

10 Kasım 2009

Vizyon Kafası

Haftasonu izlemek istediğim iki filme gittim sonunda, biri "This is It" öbürü de "Nefes" idi.

Cumartesi akşamı, Michael Jackson'ın hala ne kadar enerjik, ne kadar istekli, bir yandan da fiziksel olarak kül olmuş ama yeniden doğmak isteyen biri olduğunu gördüm. Bence This is It'i hakkaten çok enteresan yapan şey, çukulata renkli sanatçıyı koyduğu perspektif. Nedir? Yaptığı müzik ile, ulaşılmazlığı ile, grandoise oluşu ile bir tanrıydı belki de Jackson. Bu yüzden ölümü o kadar beklenmedik ve üzücüydü. Çünkü öldüğünde, o "tanrı" kabuğundan çıkmış ve sıradan bir insan olmuştu. This is It ise, gerçekten yaratıcı, işine aşık bir sanatçının, hayal kuran ve yaratan bir insan safhasından, onu "tanrı" statüsüne ulaştıran end-product'a giderken ki hali. Yani bir şekilde "god-in-progress". Tam da bu yüzden belgesel, oldukça enteresan ve yıllarca hatırlanacak bir noktada duruyor. Bir de 25 Haziranda ölen birinin ardından 4 ay gibi kısa sürede 110 dakikalık bir filmin edit edilmesi ve dünya çapında sinema salonlarına ulaştırılması başlı başına inanılmaz bir olay.

Pazar akşamı da Nefes'e gittim. Uzun zamandır dönen fragmanı beni çok etkilemiş ve ciddi bir merak uyandırmıştı ama filmin konusunun hassasiyetinden dolayı, hakkındaki yazıları okumamayı tercih ettim. Jürinin son kararını başta açıklayayım; bu, galiba izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri. Konu, Türkiye'de çok rahat her yere çekilebilecek, çok hassas ve insanları objektif değerlendirmeden çok kolaylıkla uzaklaştırabilecek bir konu. Ama aynı zamanda o kadar güzel işlenmiş ki hem alttan alta "biz aslında kardeşiz" mesajı veriyor, hem de oradaki savaşı aptal bir konumda bırakmıyor. Yani klasik "savaş çok gereksiz" mesajını tam anlamıyla vermiyor. Bu yüzden de bazıları militarist, bazıları da anti-militarist etiketini yapıştırıyor. Bence çok güzel bir dengede film, iki etikete de ait değil. Hatta savaş filmi değil, asker filmi. Yani insan filmi. Orada niye savaşıldığı, kimin haklı olduğu, politikalar değil de insanların bunları nasıl unuttuğu ve insanlıklarını koruma çabalarını anlatıyor bence film. Özellikle de bu yüzden beğendim. Bunun yanında sinematografik olarak da bayıldım. Çok ciddi bayıldım. Çekimler, yansımalar, aksiyonlar diğer Türk filmlerinin çok üstünde. Elimde olsa, yabancı film Oscar'ına bu filmi aday gösteririm. Son sözüm de bu filmin çakma DVD'sinin çıkmasını bekleyip evde izleyeceklere. Yapmayın! Film, bir ses şöleni değil, ama olay o değil zaten. Sinemaya gidip, o sessizliği orada hissetmek lazım. Evdeki televizyon ve odanız yetmez o ambiansı yaratmaya.

Bu iki filmi de bu naçizane blogun okurlarına şiddetle tavsiye ediyorum. Dün akşam 500 Days of Summer'ı izledim, onu da bir o kadar tavsiye etmiyorum. Soundtrack'i belki.

07 Kasım 2009

Gidiyor Akıl Ufak Ufak


Cumartesinin ilk ışıkları ile biten PES turnuvasının ardından gelen sabah. Evde tek başına olma hali, uyanamama sorunsalı... Bilgisayarın başına geçiş ve emaillere bakış. Facebook'tan yollanan yorumlar için facebook'a giriş. Sonra tanımadığın insanların, senin yolladığın arkadaşlık isteklerini kabul etmesiyle dumur oluş. Insanların profillerine bakış ve hakkaten hiç birini tanımadığından emin oluş. Daha da dumur oluş. Sonra panik oluş, "leyn bu facebook'ta insanlar spam halinde kendini arkadaş olarak kabul mu ettiriyor" deyiş. Arkadaş listesine giriş. Tanımadığın daha bi sürü insan görüş. Baştan iki üç tanesini siliş. Sonra farkediş ki bu facebook account'u, benim değil evin diğer sahibinin. Göt oluş!
Related Posts with Thumbnails