30 Aralık 2010

2010'dan 2011'e

Geçen sene Cihangir'deki evimizde parti vererek girdiğimiz, 2009'a lanetler ederek, 2010'a büyük umutlar besleyerek girdiğimiz sene, hayatımda en hatırlanacak senelerden biri olacak heralde. Düğün öncesi hazırlık, düğün, 47 gün askeri hastanede yatmak, boşanma ve 2 kere taşınma. Bunun yanında 4-5 de seyahat. Kafa olarak çok yorulduğum ama senenin sonunda kafamdaki bazı loose end'lerin sonucuna ulaştığı bir yıl oldu. 2010 bir sonuç yılıydı diyebilirim kendi adıma. Bakalım 2011 nasıl olacak. Yine Cihangir'de, kendi evimde verdiğim, geçen senekinden çok daha küçük bir partide yeni yıla giriyor olacağım. Varsa gelmek isteyeniz kapım açık. Yakında bu blogda daha aktif bir şekilde yazacağım(ı umuyorum, büyük konuşmamak lazım).

04 Aralık 2010

2 Gol Birden

Benim GATA ile kavgamı bilmeyen yoktur heralde blogu takip edenler arasında (bknz GATA Chronicles #1 ve GATA Chronicles #2). Neredeyse askere gitmek üzereyken, hastalığımla ilgili son başvuru tarihime 4 gün kala bana yine FMF krizi geldi, bu sefer paşa paşa sevkimi aldım ve tekrar GATA'ya geldim.

Ateşim çıktı, karnım davul gibi oldu, kan değerlerim fırladı derken doktorlar da bunları gözlemledi ve atak geçirdiğime karar verildi. Bu geçen haftasonu oluyor. Ama ben hala GATA'dayım, tamamen sağlıklı bir şekilde bürokrasinin ilerlemesini ve hakkımdaki kararın resmiyet kazanmasını beklerken bir yandan da kitap okuyarak vakit geçiriyorum. Haftaya çarşamba çıkacakmışım, yani 10 gün bürokrasiyi beklicem demektir hasta yatağımda. Aslında çürük çıkmak için yapılmayacak iş değil tabi ki, ama bu işi zor kılan iki unsur var. Ilkine katılacaksınız ama ikincisine baya şaşıracaksınız muhtemelen.

Birincisi, geçen pazartesi bana "ilacını al, çarşamba kurula çıkacaksın" dediler. Çarşamba oldu, dosyamın kurula yetişmediğini, cumayı beklemem gerektiğini söylediler. Cuma oldu, konsey toplanmadığından kararımın çıkmadığını, konseyin salı toplanacağını, çarşamba günü kurula çıkacağımı söylediler. Umudun olduğu yerde hayal kırıklığı oluyor sadece. Ben de yıkıldım tabi. Hiç bir şey yapmadan beklemek acayip sıkıcı. Neyse bekliyorum şimdilik, muhtemelen çarşamba çıkıcam.

Asıl çıkmayı bu kadar hevesle beklemem ve çıkamamamın eziyet olmasının sebebi ise.... K. ile boşandık. Evet, K ile boşandık. 11 yıllık sevgilim, 4 aylık karım ile olmayacağına karar verdik, ikinci balayımızı yaşadığımız kurban bayramının son gününde tamamen oturup konuşarak, birbirimizi kırmadan ve mantıklı bir şekilde ayrılmaya karar verdik. Ve 1 Aralık 2010 itibariyle de resmi olarak boşandık. Ikimiz de üzülüyoruz ama bunun doğru karar olduğunu bildiğimizden ve artık ilişkimizin gergin halinden kurtulduğumuz için de seviniyoruz.

Ben de burdan çıkmayı bekliyorum ki beraber oturduğumuz evden çıkayım, tek başıma yaşayacağım Cihangir'de bir mekana geçeyim. Internetten güzel yerler de buldum. Ev sahibimle de konuştum, kararımı söyledim. Muhtemelen bir hafta içinde de taşınıcam. Yani dışarıda beni hayat bekliyor ama ben bürokrasinin işlemesini bekliyorum maalesef GATA'da. Neyse dişimi sıktım, 5 gün sonra yeni bir doğuş yaşicam. Hayırlısı gençler...

12 Kasım 2010

Hormone Shower

Hormonların insan üstündeki etkisi, kalibresiz duşlara benziyor galiba. Bazen mutluluk hormonları öyle bir salgılanıyor ki etraftaki sıkıntılar bile insanın canını sıkamıyor; tam istediğin sıcaklık ve tazyikte akan duş gibi. Sonra bir an geliyor, sıcak su kesiliyor ve buz gibi sular baştan aşağı iniyor. Veya öyle bir moda giriyor ki insan, yataktan kalktığın an, o güne lanet ediyorsun. Her gün olan şeyler can sıkmaya başlıyor.

2-3 hafta öncesine kadar soğuk duşta, sike sike banyo yapıyordum, ne yalan söliim. Işten, evden bi bıkkınlığım vardı; verimsiz iş günlerinin ardından eve gelip Playstation oynayarak günün bitmesini bekliyordum. Bu aralar verdiğim en iyi karar ise Barselona'ya gitmemiz oldu K. ile heralde. Bir gittik, hem oradayken, hem de dönüşte, şahane kıvamda bir hormon duşunun altındayım. Üretkenim, sevgi doluyum, keyifliyim. Aylardır bekleyen çalışma odasını acayip yola koydum, çok güzel oldu. Kitap okuyorum, müzik dinliyorum ve hepsini süper bir keyifle yapıyorum. 100 Years of Solitude'u okuyorum, içim coşkuyla doluyor (hayır, şu ana kadar okumamıştım; evet, biliyorum zaten mükemmel bir kitap olduğunu). Bir yandan yeni albümler aldım Barselona'dan, onları dinliyorum. Arcade Fire'ın yeni albümü Suburbs hakkaten çok iyi, klasikler arasına gireceği belli. Zaten bizim zamanımızdan geleceğe hangi müzikler kalacak deseler aklıma ilk Arcade Fire ile Franz Ferdinand geliyor. Sonra Blur'un Parklife'ını aldım. Sene 1994, Blur Parklife'ı, Oasis Definitely Maybe'yi bir ay ara ile yayınlıyor. Keyfe bak!

Ayrıca yarın akşam uzaklara gidiyoruz K. ile. 5 gün kafa dinlemeye, hiç bir şey yapmamaya, cennete gidiyoruz. Cumartesi gecesi Dubai yerel saat ile 1-3am arası bir aktarmamız var ve Luftansa ile Amerika'ya uçarken Frankfurt'ta aktarma yaptığımız günlerden beri hiç yapmamıştım (sonradan düşündüm de yalan, Havana'ya giderken Paris'te aktarma yaptık) ve itiraf ediyorum biraz tırsıyorum uyuyakalırsak diye.

Bir yandan da Eurosport Türkiye'nin websitesinde motorsporları editörü oldum, onu da çok seviyorum ve mutluyum. Ayrıca ilk defa TRT'ye gittim Formula 1 canlı yayını için. Minör bir rolüm vardı ama düzgün konuştum benim tutuk standartlarıma göre. Hatta Okay Karacan yayından sonra geldi dediklerim hakkında tebrik etti. Ben dedim beylik laflarıdır, öylesine demiştir diye ama dün bir baktım kendi köşe yazısında benim dediklerimi yazmış. Şaşırdım sevindim. Bakarsınız seneye ana konuklardan biri olurum.

Yani kısaca;

I'm loving my Boba Fetts,
I'm loving the White Riot,
I'm loving MD,
I'm loving Parklife and Definitely Maybe,
I'm loving the vinyls,
I'm loving everything!

01 Kasım 2010

A Si!

Bol yoğurtlu domatesli pilav olmaktan sıyrılıp lapa kıvamına gelen hayatıma bir şok terapi uygulama zamanı gelmişti geçen hafta Barselona'ya gitme kararı verdiğimizde. Son derece refleksif (K: 4 gün tatilim varmış, RD: O zaman Barselonaya gidelim) başlayan tatilimiz, ne kadar da iyi geldi, 29 harfle anlatamam.

Hayatımın en mükemmel 6 ayını geçirdiğim, çok kalıcı dostluklar edindiğim Barselona, aslında bir süredir çok puştluk yapıyor bana. Halihazırda orada olan yakın arkadaşlarım dışında, Istanbul'daki arkadaşlarımı da kendine çekiyor. O yüzden Istanbul'da artık kimseyi görmüyorum, arkadaşlarımı görmeye Barselona'ya gidiyorum. Böyle de güzeliz işte!

Şahane yemekleri 20 €'ya ye, sokaklarında muhabbete doy, insanların güleryüzü ile kendine gel, FNAC'ı soy, aradığın ayakkabıyı bul, ailemizin yeni fertlerine Ali Baba'nın çiftliğini söyle, televizyonu balkona taşıyıp maç izle, amelesi olmayan DJ performanslarına git, kuru sulu takıl; herşeyi yaptık. En en özetle insan olmayı tekrar hatırladık.

Sonra Taksim'de bombalar, bozuk kombi, cimri ev sahibi, işte tartışanlar, zam gelmiş jetonlar, tıklım tıkış metrolar... Televizyonlarınızın kontrast ayarıyla oynamayın. Iki haftaya bir getaway daha var neyse ki. Madem hayatı tatiller için yaşıyoruz, biraz early works Franz Ferdinand ile bitirelim:

It's always better on holiday
So much better on holiday
That's why we only work when
We need the money!

18 Ekim 2010

Utanç

Dün akşamki GS-Ankaragücü maçından sonra eve gelip K. ile Soul Kitchen'ı izlemek, verdiğim verebileceğim en iyi karardı belli ki. Yine de içimdekileri kusma ihtiyacı duyuyorum hala.

Sahadaki oyun hakkında ağlayacak değilim. Defansın akıl almaz hataları hariç sezonun en iyi maçlarından birini oynadı GS dün akşam; baskılı, istekli, pozisyonlar da bulan. Hakemin ilk goldeki yanlışlar serisine burada parantez açmadan olmaz. Orta hakem, durmayan topla oynun başlamasına izin veriyor; yan hakem de önce bayrağını kaldırıp bizim defansı durduruyor, sonra da indiriyor ve golü veriyor. Kasıt aramamak elde değil. Ama kafamızı bozan gerçekten bunlar değil.

Dün akşam GS taraftarı olmaktan utandım. Skor kötü gidince "Imparator Fatih Terim" sesleri verenler oldukça zaten bu kulüp bir adım ileri gidemez. O sırada onları yuhalayanlar oldu, tabi ki kavgalar çıktı. Peki sonra? Sonra Rijkaard, Misimoviç'i çıkarıp yerine Aydın'ı aldı (yapılabilecek en hıyarca şeydi). O zaman bütün herkes, Imparatorcuları yuhalayanlar dahil, "Rijkaard istifa" diye bağırdı. Hakkaten bu kadar mı oynağız, bu kadar mı karaktersiziz? Sonra bir kısım "Yönetim Istifa" diye bağırmaya başladı. Sonra GS, 3-2 yaptı durumu (yoksa sadece Baros mu demeliyim?), bütün tribünler "haydi cimbom"a geçti. Yani olması gereken yere, ta ki 4-2 olana kadar. Tekrar "Imparator"lar! Karaktersizliğin dibine vurulduğu, yönetimin maşası olunan, iğrenç dakikalar. Fenerbahçeli'lerin su yağmuruna tutulduğu o aptal maçın ilk yarısında çıktığımdan beri bu kadar rezil hissetmemiştim mensubu olduğum GS taraftarları hakkında. Galiba dün akşam, o lowpoint'ın da altına inildi. Bu taraftara dün akşam da yakışır, kallavi Fener yenilgileri de.

Peki sahadakiler? Misimoviç, bu takımda ayağı top yapan tek adam olduğunu gösterdi açıkça. Insua da bindirmeleri ve yaptığı ortalarla çok iyi oynadı. Ama Baros, gerçek anlamda bir kral. Şahane oynadı, önce mecazi sonra gerçek anlamda kendini yırttı. Onu izlemek bir keyif hakkaten. Onun sakatlanmasıyla önümüzdeki 2-3 maça şimdiden 0 puan yazabiliriz gönül rahatlığıyla. Ama Galatasaray, olmayanlarından (Arda, Baros, Ufuk, Kewell, Neill) değil, maalesef olanlardan daha çok çekecek. Mustafa Sarp ve Servet'in, takımı baltalamak, Rijkaard'ı göndermek için kıçlarını yırtmadığını görmek imkansızdı. Sarp, bir tek topu ileri atmadı. Servet ise ne forvetleri engelledi, ne ofsayt tuzağı kurdu, ne de ileri pas attı. Yenilen gollerde ve Ufuk'un kırmızı kart gördüğü pozisyonda birebir hatalı. Istifası istenen Rijkaard'ın, Servet'i kadrodışı bırakmakla ne kadar doğru bir karar aldığı ortada. Ufuk da artık isyanından o kırmızı kartı görmediyse ben de neyim!

Kısacası politikaya, ihtirasa, beleşe, düzensizliğe, eyyama bulaşmış, göte dönmüş bir Galatasaray camiası gördüm dün akşam. Yazık ki ne yazık!

13 Ekim 2010

Caz Ölüyor Mu?


Bazen öyle blog post'lar, öyle yazılar geliyor ki karşıma, içimden cevap vermek geliyor yorum yazarak, ama o kadar çok şey düşünüyorum ki yorumum haddini aşar diye oraya yazamıyorum içimde patlıyor. Bu da öyle bir şey. Hasan Bülent Kahraman, caz hakkında şöyle bir yazı yazmış. Işin komik tarafı, yazının son yarım paragrafında asıl demek istediklerini demiş. Daha sonra da Mehmet Tez, blogu Hafif Müzik'te konuya değinmiş. Okuduk, tartışalım.


Ilk önce kitabın sonunu söyleyeyim, caz ölmüyor. Bence. Şimdi de arasını doldurayım.


Geçen akşam K. ile konuşuyorduk, bana sorular soruyordu, bu grup ne tip müzik yapıyor? Rock. Bu? O da rock. Nası yani? Bu? Pop. Yani mesela rock veya pop, öyle genre'lar oldular ki herşeyi kapsıyorlar. Bir potada eritip sunuyorlar (Bakınız burada ota boka subgenre yaratan, her grup için yeni bir subgenre ismi bulan geleneği düpedüz siklememe içindeyim, ve mutluyum). Eskiden mesela elektronik müzik vardı. Şimdi elektronik müziği rock'tan, pop'tan, caz'dan ayrı yaşatmak mümkün mü? LCD Soundsystem'a, ne diyebiliriz? Rock? Indie? Elektronik? Indie gibi mainstream olmuş, adını independent'tan almış bir müzik türünün bile ne olduğu belli değil artık. Bu yüzden caz da ölmüyor aslında. Mehmet Tez'in kendisi, çok güzel bir yazı ile arabeskin, yeni jenerasyon yaratmamasına rağmen aslında ölmediğini, kabuk değiştirdiğini ve bayrağı Duman gibi grupların aldığını yazmıştı, ve çok da haklıydı. Caz da bir bakıma öyle. O da kabuk değiştiriyor. Biraz dünya müziğine giriyor, biraz elektroniğe kaçıyor, bazen rock yapıyor, çokça doğaçlama ve özgün takılmaya devam ediyor. Ama aynı şeye rock diyen de oluyor, caz diyen de.


Sıkıntı belki şuradan kaynaklanıyor. Kişisel olarak cazın, kendine özgü bir dil olduğunu iddia etmişimdir. Nasıl konuşulacağının, nasıl dinleneceğinin, nasıl anlaşılacağının öğrenilmesi gereken, bu sürecin aslında zor ve zahmetli olduğu, ama belli bir eşik geçildikten sonra da çok keyifli olduğuna inanmışımdır. Ama caz, yani bizim bildiğimiz, klasik anlamda, Hasan Bülent Kahraman'ın bahsettiği caz, anlaşılması zor, accessability'si düşük bir müzik türüdür. Hele de rakipleri rock, pop, R&B'ye nazaran. Ve devir, bunun devri değil. Müzikte olmadığı gibi hiç bir şeyde de değil. Artık sinema yerine dizi, kitap yerine dergi, gazete yerine twitter'ın tercih edildiği, dönüşümü hızlı, umursaması minimal, pratik hayatlar yaşıyoruz. Hayatımızın hiç bir alanında göstermediğimiz, göstermeye gerek duymadığımız sabrı, niye cazı öğrenmek için gösterelim ki? O yüzden de caz değişip, bizim bildiğimiz formlara daha yaklaşıyor. Bu kötü bir şey değil kesinlikle. O yüzden de HBK'ın "caz ölüyor"nidası, Ara Güler'in "o eski Istanbul yok" serzenişleriyle aynı kefede benim için. Onun günündeki kareler, evet, yok. Ama başka kareler var, ve bir süre sonra bugünün karelerindekiler de bulunmayacağı için, onların da tadı güzelleşecek. Cazın, jazz clublar, asi, kokocu hali yok şu anda ama özgür ruhu devam ediyor. Bazen Babazula'da, bazen Bugge Wesseltoft'ta, bazen de Mars Volta'da.

08 Ekim 2010

GATA Chronicles #2

Geçen sene yine GATA ile ilgili yazdığım bir yazıyı hatırlayacaksınızdır. Bende FMF (Ailevi Akdeniz Ateşi) adında bir hastalık var ve nedense bu hastalık, beni askerden muaf edebilir. Hastalığın olayı ise şu: Ileride böbrek yetmezliğine sebep olabilir, bu yüzden ilaç içiyorum. İçmezsem de kısa vadede, arasıra 3 günlük karın ağrıları ve ateş yaşıyorum. Bakmayın böyle yazdığıma, en azından bendeki versiyonu o kadar da ağır bir hastalık değil. (Hastalığın diğer versiyonları için scroll down).

Askerin mantığı şu: Eğer seni askerlikten muaf edeceğimiz bir hastalığın varsa, gel bunu görelim. Ilacını bırak, atağını geçir. Ne kadar saçma sapan bir mantık, dikkatinizi çekerim. Sivil hayatta aldığın raporları, Çapa'dan bile alınmış olsa, saymıyorlar. Hastalığım genetik olsa da, yani geçmesi mümkün olmasa da, geçen sene kendi verdikleri rapordan sonra ikinci kere bunu görmek istiyorlar. Neyse, ben de ilacımı bıraktım düğün sonrası. Ve ilk atak geldi; cuma akşamı. GATA'ya gittim ama askerlik şubesinden sevk almadığım için yatırmıyorlar. Yatırmadıkları için sadece gözlemleyip eve gönderiyorlar. Haftaiçi oldu sevkimi aldım ama krizim geçmişti. Doktorlar da saymadı. Yatacaksın dediler, ben de kaçtım hastaneden. Kaçmaz olaydım, iki gün sonra tekrar atak geldi, bir sonraki cuma akşamı. Yine sevk alamadım yine hastanede yatırmadılar. Ama bu sefer bu hastalığa bakan bölümün nöbetçi doktorunu çağırttırıp FMF atağı olduğuna dair rapor aldım. Kim hastanede yatmak ister ki sonuçta, raporlarımı alıp hasta olduğumu gösterebilirim. Bu sefer de ateşim çıktığı zaman gözlemlenmediği için bu atak da sayılmadı.

Dedim sikerler. Sevkimi aldım, sapasağlam bir şekilde hastaneye girişimi yaptım. Nasılsa krizler geliyo arka arkaya, olduğunda yatmış olayım da gözlemlensin, ben de siktirip gideyim evime, elimde çürük raporumla. Ama Murphy ve kanunları sağolsun, 1 ay hastanede yattım ve hiçbir şey olmadı. Veya kısaca olanları anlatayım, baymazsanız okuyun, ne boktan bi ülkede olduğumuzu anlayın:

Doktorlardan istediğim şuydu, bana bir süre erteleme versinler, ben ilacımı alayım, sonra bırakayım ve kriz geçireyim. Onlar da adam gibi gözlemlesinler. Sonuçta ben yattığım zaman bana kriz gelmezse bu, sağlığımın iyi olduğunu değil, şansımın kötü olduğunu gösterir. Iki kriz de haftasonuna gelmese ben çoktan işimi halletmiştim. Ama bunu söylemek istediğim doktorlar, "soru soramazsın" diyerek kestirip attılar. Diğer erlere de muamele aynı; tahlillerinin sonucunu öğrenmek isteyenlere, seni ilgilendirmez deniyor ve bitiyor. Yani askeri hastane değil tıbbi kışla!

6 kişilik bir odada kaldım. Diğer yataklara gelenler, gidenler oldu. Iki kişi vardı. Biri Ankara'dan transfer olmuş ve karaciğer nakli bekliyordu. Bir gece yattı, ertesi gün yoğun bakıma alındı, ertesi gün öldü. Tanıdığın insanların son anlarını görmek ve ertesi gün onların ölmesi psikolojik olarak insana koyuyor. Bir hafta kalan biri daha vardı, bir siroz hastası. Ailesi de devamlı yanındaydı. Belli ki adam da, ailesi de çok kafa insanlar ve hayatı keyifle yaşamayı seviyorlar. Pazartesi geldi, bütün aile ile baya muhabbetimiz gelişti. Cuma sabahı durumu ağırlaşınca yoğun bakıma aldılar. Haftasonu karaciğer nakli için karaciğer arandı ama GATA, ulusal ağa bağlı olmadığı için bulunamadı. Diğer hastanelerin ilgili bölümünde de haftasonu doktor olmadığı için sevk edilemedi. Pazartesi sabahı, tam sevk edilecek o da vefat etti. Bu ülkede haftasonu hasta olmayacaksın! Sağlık da mesai saatlerinde.

Odamdan iki kişinin vefat ederek gitmesinin dışında emekli, 81 yaşında bir subayın, bir hafta boyunca hiç bir gece uyumayıp, sabaha kadar devamlı otomatik yatağını indirip kaldırıp, refakatçi kızına bağırması ile biz de gece uykularından olduk. Ve bu, psikolojimizi tamamen bozdu. Zaten sağlam olarak hastanede bir ay yatmak, bok gibi davranılmak ve dışarı çıkarılmamak koyarken, iyice cıvatalar gevşedi. Fiziksel olarak belki turp gibiydim ama kafayı sıyırmak üzereydim.

Başka FMFliler de vardı, hatta bi tanesi bizim odaya gelmişti. Geldiğinin ikinci günü krizini geçirdi. Ama onunki, benimki gibi değil. Göğsü tıkanıyor, nefes alamıyor, bağırıyor istem dışı, gözlerinden başka bir yerini hareket ettiremiyor. Başka FMFlilerde dizler ve bilekler şişiyor ayrıca. Benimki o kadar ağır değil neyse ki.

Vefat edenleri ve diğer FMFlileri görünce (ve elimdeki bolca zamanda küfredip, lanetleyip, 5 saatlik koşular yaptıktan sonra) her işte bir hayır vardır kafasına girdim. Başka bir yere çıkamıyor insan zaten. Vardır bir hayır. Sonunda "askerliğe elverişlidir" raporumu babalar gibi elime alıp askerlik şubeme vermeye gittim. Oradakiler bile kıçıyla gülüyor hastanenin muamelesine.

Bir de Oscar konuşması yapayım. Bir kere her Allah'ın günü gelip benle saatlerce oturan, evden yemek getiren ve bana çocuk muamelesi yapan anneme ne kadar teşekkür etsem az. Sonra beni devamlı arayan kankalarım Lazarov, Ömer Abi, Hacı, Saporta ve Zakuto'ya da binlerce teşekkür. Blackberry'ime, beni dünya ile bağlı tuttuğu, gerçek hayat ile entegre ettiği için müteşekkirim. Son gece saatlerce ofisinde muhabbet ettiğimiz Sarı Doktor'a da bol sabır diliyorum. Kantindeki Beşiktaşk'lıya, Formula 1'ci subaya, Galatasaray'lı komiserime de muhabbetleri için bolca teşekkür.

Siz de siz olun, hayatınızın değerini bilin. Son gün arabamın anahtarını bile özlediğimi farkettim. Giyinmek, duş almak, insan gibi yaşamak ne kadar büyük nimetlermiş... Aralık'ta askere gidene kadar günümü gün edicem. Yine de her fırsatı deneyip, her aklı başında insanın hayalindeki çürük raporunu da almaya çalışmaya devam edicem. Lanet olsun Türk'üm diyene!

27 Ağustos 2010

Ulan Galatasaray!

Sezon başladığından beri 6 resmi maç oynamış, 1 galibiyet almış, her maçından gol yemiş bombok bir GS ile karşı karşıyayız. Doktorlar reçete yazmaz gün sayısı verir böyle hastalara. Süper Kupa'yı alışımızın 10. yıldönümünde geldiğimiz nokta hakikaten içler acısı. Artık Avrupa'nın Fatihi lafıyla alakamız yok.

Dünkü Karpaty Lviv maçı sırasında, "elensin lan şu takım" dedim. Yani bir yandan diyorum, öbür yandan da üzülüyorum. Öyle sado-mazo. Neyse sonra Aydın golü atınca, "hadi bari gruplara kaldık belki kendimize geliriz" dedim ama onu bile beceremedik. Herşeye iyi tarafından bakmak lazım: 5 yıl önce Konya'ya attığı son dakika golünün ekmeğini hala yiyen Aydın'a, turu geçsek bi 5 senelik yangelyat sözleşmesi daha uzatılacaktı. O olmadı en azından.

Beni çok daha heyecanlandıran, hüzünlendiren, zamanında GS için hissettiklerimi hissettiren takım ise Trabzonspor'du. Gerçekten övünülecek bir takımları var ve Beşiktaş ile şampiyonluk yarışını ikisi götürecektir bu sene. GS için tek dileğim ise keşke bu hafta ligden elenmenin de bir yolunu bulsa da biz de bu seneyi kanser olmadan bitirsek!

(burada bitirecektim de hızımı alamıyorum. Rijkaard'ı seviyorum, gitmesin tabi ki ama onun da gözlerinin feri bitmiş. Takım iki başlı olmuş, bir yanda futbolcular öbür tarafta teknik ekip. artık birinin seçilip ya oyuncuların ya teknik ekibin gönderilmesi ve herkesin kayığı aynı yöne çekmesi lazım. bir de Uğur Meleke'nin şu yazısını beğendim transfer hakkında, linkleyelim, yönetim de nasbimizi alsın protestodan)

18 Ağustos 2010

Neferandum?


Bu aralar sıcaklardan fırsat bulup aklımı kurcalayabilen nadir konulardan biri, 12 Eylül'de vuku bulacak ve o zamana kadar gündeme zongaçlayıp kalacak referandum. Bu hafta Penguen'in kapağında, aslında hissettiklerimi çok güzel anlatmışlar: "nedir lan bu referandum? neyi oyluyos?". Kimse hiç bir şey anlatmıyor ve sadece "AKP vs antiAKP"ye indirgeniyor konu. Benim derdim ise ne oyladığımı bilmek ve ona göre oy vermek.

Bir yandan, evet, anti-AKP'yiz, Türkiye'ye çok bir fayda getirdiklerini görmediğimiz gibi getireceklerine de inanmıyorum. Ama bir yandan da anayasanın değişmesi gerektiği de aşikar. O yüzden karışmış durumdayım şu anda.

Bu postun niyeti de hem bulduğum (Bok sağolsun) belgeleri, ilgileniyorsanız diye buraya koymak, hem de sizin de bir düşünceniz varsa duymak. Çünkü benim oyum şu anda "Sezyum'a Evet" kıvamında.

08 Temmuz 2010

The July Madness

- Bir süredir yazamıyorum, bir süre daha yazamayabilirim. Temmuzda, biri kendi düğünüm olmak üzere, 5 tane düğün var. Birine gittim, ikincisi için yarın Denizli'ye gidiyorum haftasonu oradayım. Öbür hafta iki tane daha var, 24ünde de ben evleniyorum. Siz uyurken başkası kaptı beni kızlarrrr

- Uzun süredir üstünde çalıştığım, ciddi yerlere getirdiğim iş, gümrük vergileri ve Türkiye'nin kaçakçılık kültürü yüzünden heba oldu. Çok güzel olacaktı herşey. Bir de bir şeye çok emek verip boşa gidince boşa yumruk sallamış gibi oluyorsunuz, bir süre kafada sendeliyorsunuz. Neyse, önümüzdeki maçlara bakıcaz artık.

- Hollanda'ya sempatisi olmayan birileri var mı bizim jenerasyonda? Yine de benim favorim, ikinci vatanım olan Ispanya. Işin komik tarafı, Ispanya, Dünya Basketbol Şampiyonu olduğu zaman oradaydım. Barcelona'nın sokaklarında tek kişi sevinmiyordu. Kafamdaki soru, eğer Ispanya Dünya Kupası'nı alırsa Barcelona'nın Katalanları "biz Ispanya değiliz" diye cool mu takılacaklar, yoksa "ulan Ispanya Milli Takımı dediğin Barcelona'nın türevi" deyip coşacak mı? Hangi takım kazanırsa kazansın, kazanan için çok sevinicem kaybeden için çok üzülücem. Ayrıca iyi ki Almanlar yenemedi dün akşam.

- Kanat Atkaya, Roskilde festivaline gitmiş. Of ya, orada olmak, çadırda takılmak vardı. Ama asıl kıskandığım nokta, bu seneki festivalde hava aşırı sıcakmış. 3 kere gittim Danimarka'nın köyündeki festivale, ikisi, festival tarihinin en yağmurlu festivali çıktı aq. Yine de çok keyif almıştım. Neler çıkmış yine festivalde, çok kıskandım. Neyse artık evli barklı adamız, eşimizi çocuğumuzu alır gideriz!

- Sizleri de seviyorum ama bir süre over and out durumunda olucam. Umarım siz de sahillerde daşşaklarınızı yaya yaya rahatlıyor, serin sulardan kızgın kumlara geçiyor, göbek yapıyor ve bol bol sevişiyorsunuzdur.

21 Haziran 2010

For Whom the Bell Tolls

Hem Metallica'yı hem Hemingway'i gerçekten çok sevsem de bu sefer çanlar benim için çalıyor. Bundan tam olarak 33 gün sonra, 24 temmuzda, nikah masasına oturuyoruz işte. Bu tip şeyler erkeklere daha geç dank eder, bana da henüz etmedi. Evimize mobilyalar geliyor, onun bilimum işleriyle uğraşıyorum, balayı mal ayı derken temposuna girdim tamam, ama tam olarak dank etmedi daha çoğu şey.

Tam olarak diyorum çünkü birazcık da olsa etti. Geçen gün kendi düğün davetiyem elime ulaştı, dağıtılmak üzere. Çok garip bir his, baya, fazlasıyla. Yani bundan sonra K.'yı eşim diye tanıştırıcam insanlara, işte evimiz ileride çocuğumuz fln. Enteresan kafalar. Nerede o Cihangir'de beraber yaşarkenki bekar hayatı, partiler, kuru-sulu eğlenceler...

Bir yandan çok garip gelen de yavaş yavaş, annemin babamın hatırlayabildiğim en genç yaşlarına ulaşmış olmam. Bu yaşlarda onlar evliydi, ben vardım ama benim şu anki yaşlarımı yaşıyorlardı. O döngüyü artık tamamlamış oluyoruz. Onların o genç halleri, yaptıkları eğlenceleri, tarzları vs... Bir gün çocuklarımızın bakıp "aaa anne-baba ne kadar gençmişiniz" "babaaa, saçların siyahmış o zamanlar" fln demelerini. Sonra bizim düğün videosunu beraber izlemek fln...

Ben galiba o moda, beklediğimden daha fazla girmişim di mi! Kısa bir anı anlatıp işime döneyim. Halamla eniştemin nikah videosunu izliyoruz bir kaç sene önce (1995'te evlendiler, niye tekrar izliyosak). Halam imzalıyor defteri, şahitler imzalıyor herkesin yüzün gülüyor, 32 diş fln. Enişteme geliyor, o da çok mutlu, "ah çok heyecanlıyım" diyor, kalem elinde "hahaha heyecandan imzalayamıyorum" diyor, sonra tekrar deniyor, yine imzalayamayınca yüzü bir düşüyor. Noluyo ya dediğini duyuyoruz çünkü hakkaten elinde kalem, fiziksel olarak imzalayamıyor. Sonra yine gülmeye başlıyo: "ya ben solağım unutmuşum"!! Ve kalemi, sağ elinden sol eline alıp imzalıyor :)

18 Haziran 2010

You Wanted A Hit, Bitch!

Gerikafalılığımı seviyorum, mp3 yüklemem, sevmem de. Hala CDciyim. Hatta yeni çıkıp da Türkiye'de edinemediğim CDleri ya yurtdışına çıktığımda alırım ya da gelen birine sipariş ederim ve o CDler gelene kadar da albümü dinlemem. Antika ama güzel.

O yüzden annemler Italya'dan The National'ın ve LCD Soundsystem'ın yeni albümlerini getirdiğinde, 23 Nisan'da DJ kabinine oturtulmuş bir çocuk gibi sevindim. O jelatini büyük keyifle açtım ve dinlemeye başladım. Aslında bu post'un niyeti iki albümü birden yazmaktı. Ama LCD Soundsystem'ın albümü o kadar güzel ki, The National'a hakkını veremedim henüz.

Babolar, gerçekten çok pis tutuldum ben bu albüme. Ama albümü tam olarak anlamak için, bence, bir kaç ufak bilgi vermek lazım. LCD Soundsystem denilen olay, aslında James Murphy denilen şahsın etrafında dönen bişi, yarı one-man-show. Ve Jamesboy, bu albümün LCD Soundsystem'in son albümü olduğunu açıkladı. Kalbim kırılmadı, içim burulmadı desem yalannnn!

Neyse, albümü o kafa ile dinleyince ayrı bir güzel sanki. Beyfendi 3 albüm yaptı bu dahil. Birincisi super-underground, "kendimce takılıyordum çıktı" modunda, ustalarına selam vererek (burada Losing My Edge'i dinlemek lazım) idi. Ikinci albüm ise (adı Sound of Silver hatta) son derece patlayıcı müzik içeren, şahane beat'lerle, agresif sayılabilecek bir albümdü. Bu sefer ise daha rahat James Murphy. Şarkılar daha uzun, daha istediği gibi, kimseyi mutlu etmek için değil, kendini tatmin etmek için belli ki. Ve lafını daha bir esirgememiş. Ne de olsa gidiyorum kafaları! (hoş, kendisi DFA Records'ın da one-man-show'u anlamına geldiği için müzik piyasasının içinde kalacak ve başka isimlerle projeler yapacak ama yine de...) Bunu da en güzel "You Wanted A Hit" şarkısını anlatıyor.

Ortaokuldan beri hiç bir şarkıyı repeat'e koymamış, ikiden fazla arka arkaya dinlememiştim. Ama bunu (en azından bu post'u yazmak için) bir süredir dinliyorum. Adam, içinde bulunduğu müzik piyasasına müthiş bir özgüvenle, agresiflikten tamamen uzak, yalın bir dille giydiriyor. Sözlere geçelim biz, sonra devam ederiz:

You wanted a hit/ But maybe we dont do hits
I try and try/ It ends up feeling kind of wrong

You wanted it tough/ But is it ever tough enough?
Nothing's ever tough enough/ Until we hit the road

Yeah, you wanted it lush/ But honestly you must hush
No honestly you know too much/ So leave us, leave us on our own

And so you wanted a hit/ Well, this is how we do hits
You wanted the hit/ But that's not what we do

You wanted it real/ But can you tell me what's real
There's light and sound and stories/ Music's just a part

You wanted the truth/ Then you said you wanted proof
Guess you're used to liars/ Saying what they want

We wont be your babies anymore/ We wont be your babies anymore
We wont be your babies till you take us home

Yeah you wanted it smart/ But honestly I'm not smart
No honestly we're not smart/ We fake it, fake it all the time

You wanted the time/ But maybe I can't do time
oh, we both know it's an awful line/ But it doesn't make it wrong
...

Adam, 9 dakika içinde hit isteyen dinleyicilere, mantıksız diktelerle gelen plak şirketlerine, müziği imaj için dinleyenlere, kısacası aklına gelen herkese giydirmiş. Bunu derken de aslında 9 dakikalık bir hit nasıl yaratılır onu gösteriyor. 9 dakikalık bir sürü şarkı var tabi ki, bunlardan önemli bir kısmı da hakikaten güzel ama hikaye gibi olur böyle uzun şarkılar. James Murphy ise 9 dakikalık bir hit, belki de daha doğru bir deyişle anti-hit, nasıl yaratılır kurdu kuşa göstermiş. Içinde "bu küçük dağları ben yarattım" hissi de var, ama gözümüzün önünde bu dağları tekrar yaratınca saygı uyandırıyor.

Hala dinlemediyseniz, yukarıdaki linki tıklamadıysanız burayı tıklayın ve artık şu şarkıyı dinleyin.

LCD Soundsystem'ı sevmiştik, bağrımıza basmış, bizden biri olarak kabul etmiştik. Arabaya CD'yi koyup albüm ismi olarak "last album" yazınca bir üzüldüm tekrar. Büyük abimizdin James, gel de takılmaya devam edelim, çok açma arayı.

02 Haziran 2010

Trendsiz, Karaktersiz Gençliğim

Bu aralar, eskisinden daha sık bir şekilde, ne kadar karatersiz ve limbo bir zamanda yaşadığım yüzüme yüzüme vuruluyor sanki. Geçen hafta, bir süredir rafta bekleyen, Spike Lee efsanesi "Do the Right Thing"i izledim. 80'ler Brooklyn'inin sıcaktan kavrulduğu bir günde geçen filmde, o kadar çok nostaljik elementler vardı ki. Boombox'lar, o Sprite'ın enteresan karakteri, beach pantolonlar, MC Hammer kafaları vs...

Diğer bir yandan Nirvana'dan beri ciddi bir müzik akımı olmaması beni çok bayıyor. Yani R&B ve grunge, son mainstream güzel müzikti ve o zamandan beri TV'deki herşey, boktan. Satış patlaması yapan herşey kötü (neredeyse diyelim). Zaten artık adam gibi müzik/film/sanatseverler, mainstream olan şeye önyargı ile bakıyor. Çok da haksız sayılmaz. Nerede Black Sabbath'ler, Led Zep'ler, Bruce Springsteen'ler... Hatta ABBA'yı ve onların görmemiş zevkü sefa 80'lerini bile özlüyor insan.

En son da Playboy'daki bu makale (evet Playboy, makaleleriyle güzeldir), içinde büyüdüğümüz çağın karaktersizliğini suratıma vurdu. Her onyılın dominant bir göğüs şekli var. Sadece 1990'lardaki minicik göğüsler çok kötü, 2000'lerde de herhangi bir göğüs akımı yok. Tabi herkesin zevki kendine, ama düzgün bir mainstream çıkaramayan, her daim bireysel takılan bir jenerasyonun mensubu olmak, beni cidden bayıyor bazen.

01 Haziran 2010

Kadayıf Bob

Bir süredir heyecanla beklenen, görmek istediğim konserler listenin tepelerinde gezinen Bob Dylan'ı da dün akşam itibariyle Açıkhava'da görmüş bulunuyorum. Adam kral bir kere, o kadar şarkı, o kadar yıl, o kadar geçirmişlikten sonra dönüp Dylan'a sallamak olmaz tabi ki. Ama çok keyifli değildi konser, itiraf ediyorum.

Gün içinde herhangi bir konser haberi okumadım, bugün beraber öğle yemeği yediğim arkadaşım hariç insanların konser hakkındaki görüşlerini de bilmiyorum. Ama ben baydım. Valla. Açmadı, bir türlü konnekt edemedik. Yani oradakinin adı Bob Dylan değil de Joe Smithsonian olsaydı, yarısında çıkıp gidilecek kadar sıkıcı bir konserdi.

Bir Masters of War, Like A Rolling Stone, All Along the Watchtower, Lay Lady Lay çaldı. Ama bütün konser aynı tempoda, minimal farklarda yorumlarla olunca bir buçuk saat kesintisiz ilgi ile takip edemiyorsun. Hatta baya insan da ayrıldı konserden. Gitti insanlar Bob Dylan konserinden. Ben de düşündüm ama o kadar da kayıtsız olamadım. Yani bir gidersem, sonra bunu kendime yediremem dedim. Ama konserin benim için en heyecan verici anı, K.'nın dönüp "biliyo musun, Daft Punk gelecekmiş yine" dediği andı. Mutluluktan uçuverdim. Çünkü Daft Punk konseri, bir konser kurdu olarak (Ingilizce'de ne güzel laflarsın bunu; seasoned concert-goer) gittiğim en iyi konserlerden biriydi, devasa bir parti gibiydi. Bilet için kapısında yatıp, kafama Daft Punk bandı takabileceğim türden yani, o derece.

Yani görüyorsunuz, 3 paragrafı Bob Dylan ile dolduramadım bile. Ama sonuçta, ölmeden (hem o, hem biz) birbirimizi gördük ya, önemli olan o. Yarabbi şükür!

24 Mayıs 2010

I'm Harry, Harry Kewell


Galatasaray ile ilgili bazen bunalımlara düşüyorum. Bazen bakıyorum, "oh oh ne güzel uzun vadeli planlamalar var" diyorum, bazen de "tam Fenerleştik a.q". Galiba da ikinciler ağır basıyor bu aralar. Galatasaray Antremanları adlı blogun sahibi Selim Uğur, giderayak çok güzel bir yazı yazmış, tavsiye ediyorum. Ben ise çok daha ufak bir pencereden bakıcam oraya.

Harry Kewell konu. Uzun sakatlıklar yaşadı, istediği performansı sahaya yansıtamadı, 60'dan sonra aktif dinlendi hep, ama bu yüzden takımdan uzaklaşması mı gerekiyordu onun? Hasan Şaş veya Hakan Şükür'ün sırf ağabeylik yapmak için kaldığı, futbolları bitip idea'ları bitmeden hala Florya'da konuşlanmalarını çekmiş bu kulüp, Harry Kewell'ı çekemez mi? Altyapıdaki Galatasaraylılara örnek olarak gösterilecek adam bu yüzden mi gidiyor?


Sakatlıksa, Linderoth hiç bir şey yapmadan 3 sezon kaldı bu takımda. O niye gitmedi? Paraysa, Lincoln, oynamadan deli para kaldırdı gitti. Şimdi niye Kewell gidiyor? Her zaman candan oynadı, oynadığı her maçta faydalı oldu, elinden geleni -hem de iyi bir şekilde- yaptı, kompleksleriyle takımı bölmedi.


Bu tip şeyler insanı çok üzüyor. Stada hem takımımı izlemeye hem de güzel futbol görmeye gidiyorsam, futbolu seviyorsam bu tip adamlar yüzünden seviyorum, onu göndermek isteyenler için değil. Ben, Harry Kewell'ın, yukarıdaki reklamda dediklerinde, çok fazla rol yapma ihtiyacı duyduğuna inanmıyorum.

17 Mayıs 2010

The End is the Beginning is the End

Başlıktan farz Smashing Pumpkins'i anmadan geçmeyelim. Bugünkü programımız yine dopdolu, gündemi meşgul eden konular var. Ilk önce özetleri verelim sonra devam ederiz (80lerde TRT'nin bir saat süren haber bültenlerini hatırladım). Bir kere ev tuttuk onu müjdeleyeyim, sonra Fener var tabi ki, bir de Ronnie James Dio abimizi anmam lazım, gözümü uyku tutmaz yoksa...

Şubat başından beri intensif bir şekilde yaptığımız ev aramalarının, Hürriyet Emlak'a bakmaların, gerzek emlakçılarla uğraşmanın bittiğine inanamıyorum. Ama gerçek şu ki bugün hayatımın ilk kira sözleşmesini imzaladım. Bir yandan rahatlatan, bir yandan da geren bir his. Bunda ev sahibimizin de payı var tabi. Neyse inşallah güzel olacak herşey. Bir erkeğin ilk kira sözleşmesi, sünnet gibi bir şey galiba, erkekliğin önemli kilometre taşlarından. Ya da bana öyle geldi, itinayla abarttım.

Dün hayatımda ilk kez ATV safari yaptım, 30. saniyesinde uçurumdan aşağıya uçuyordum. Son anda durdurup yola atladığımda çok ciddi titriyordum korkudan, neyse gerisi daha rahat oldu. Sonra mangal, paintball fln derken aktiviteli bir pazar oldu. Bu sırada Monaco GP'sini kaydetmiştim evde, akşam totem yapıp maçları değil de yarışı izliyordum. 1-1 dediler devre arasında, "ya yine atar bu Fener ya heves etmeyelim" dedim devam ettim yarışa. Maç sonunda teyzemlerde konuşlanmış annem hemen aradı beni "olm baban feci sinirli dikkatli ol" diye. (Not, ben kombine sahibi bir GS taraftarı, babam da kombine sahibi bir FB taraftarı). Sonra hemen caddedeki arkadaşlara bağlanıp canlı yayına geçtik, panzerler-stadın yakılması-çatışmalar derken, ne yalan söliiim, içimin yağları eridi. Stad bildiğin yandı bi kere. 4 sene önce "gülme komşuna gelir başına" diyordum bir yandan coşarken, ama yine komşunun başına geldi. Şikayetimiz yok, aynen devam. Ofisteki Fenerlilerin o kadar tadı kaçıktı ki taşak geçmeyi salıya ertelemek zorunda kaldım.

Ama işte pazar günü bir acı haber de aldık. Her Türk genci gibi benim de bir metal periyodum oldu, konserlere gidip kafa sallamalar, pogo yapmalar, kan ter içinde metal hareketi çekmeler fln, iyiydi o zamanlar. Hala az biraz da dinler, yad ederim o günleri. O günlerden kalma ilahlardan Ronnie James Dio, mide kanserine yenik düşmüş. Rainbow ve Black Sabbath ile yaptığı işleri, Deep Purple Family Tree'nin bir sürü grubuna katılması ile gönlümüzde yer eden efsaneyi, bu satırlarda son bir kez analım.

Efenim, ben Sezen Cumhur Önal, hepinize saygıııllarr, sevgiler efenim. Sağlıcakla kalın...

14 Mayıs 2010

All Those Yesterdays

Bugün Istiklal Caddesi'nde çektim bu fotoğrafı (telefon kamerası için özür dilerim). Gördüğünüz yer Rüya Sineması, yani on yıllarca Istiklal'in ortasında 2 film birden gösteren, pornonun kalesi. Yeni adıyla Yeni Rüya Sineması, muhafazakarlığın baskısı ile pornonun gidip her yerdeki filmlerin geldiği yer. Artık o da kapalı. Yanındaki de anneannemin bile anılarının olduğu Inci profiterol. Son yıllarda eskisi gibi olmadığı kesin ama Inci'ye gitmenin sırf kendisi bile zevklidir. Hemen sağdan köşeyi döndüğünüzde de film festivallerinin değişmez ağırbaşı Emek Sineması.

Niye peki bu resmi çektim? Çünkü bu binayı yıkmak istiyorlar. Hemen yanında Demirören'lerin yıkıp baştan yapıyo olduğu ve şimdiden Saturn'e kiraya verdikleri yer var. Herşey aslında onun üstündeki Belediye'nin afişinde gizli. Geçmişte kalmamak, değişerek ona saygı duymak gerek tadında bir şeyler yazıyor. Türkçesi "yemişim sinemalarınızı uleyn, alışveriş merkezini açar, parayı basar, sizi de susturmak için teknoloji ürünü sinemalar açarım". Tarihe tutunmanın, anıları yaşatmanın suç olduğu, parkı olmadığından sosyal yaşam alanlarının AVM olduğu Istanbul'da, sen kimsin ki vatandaş beni bu külüstür binaları yıkmaktan beri koyacaksın? Seçimde kömürünü, beyaz eşyanı veririm susarsın; şimdi sesini yükseltmek ne haddine!

Küfürler kifayetsiz...

10 Mayıs 2010

Galatasaray - Bu Seneden Sonraki Seneye

Hangi GSli mutlu ki takımın şu anki haliyle? Bir yandan uzun vadede umut veren takım, aynı uzun vadede bu umudu benden geri alıyor ve geri veriyor ve geri alıyor. Kısacası Cimbom, adamı mallıyor.

- Galatasaray, bu sene şampiyonluğu kendi elleriyle Fener'e teslim etmiştir. Sen git mal gibi kendi sahanda yenil, sonra da şampiyonluk için çekiştiği rakibinle yine kendi evinde berabere kal. Ne senin işine yarasın ne onun. Fener'e çaksaydık adamlar ligi bırakıp transfere gireceklerdi çoktan. Biz de şampiyon olmuştuk bile.

- Rijkaard ile devam edilmesine Fenerliler çok seviniyor. Benim anlamadığım biz de seviniyoruz. Kral herif ve uzun vadede, kısa vadede olduğundan çok daha yararlı olacaktır. Yani çıkış kapısına yönelmiş Aragones gibi değil Rijkaard.

- Nonda, GS forvetinin Baykal'ı gibiydi. Bir şey yapmaz, kenarda oturur, birileri "fırsat bulsa coşturacak" derdi, diğerleri bi boka yaramadığından dem vururdu. GS'deki son maçını hatırlıyorum, ilk yarı bittikten sonraki kupa maçlarından biriydi. Gerçekten saç baş yoldurmuştu, hani ayağına çarpsa girecek topları dışarılara savurarak açık açık "beni satın uleyn" diyordu.

- Kewell, sakat makat (yani iyileşmiyor bile aslında) ama takımda bulunması gereken bi herif. Hasan Şaş, Hakan Şükür bile oynamadıkları zaman nasıl abilik yapmak için takımda kaldılarsa Kewell'ın da hayli hayli kalması lazım. En olmadı Neill'e arkadaşlık yapmak için.

- Elano'nun satılmasını istemiyoruz, oynamasını istiyorum. Ama oynar mı? (yazıyla soru işareti).

- Ribery, takımdan ilk ayrıldığı günlerden beri tekrarladığım ama artık bilindiği için eski değerini yitiren bir sözüm var: "şimdi üzülüyoruz ama ileride ulan bu herifi yarım sezon stadımızda izledik diye sevinicez". Arda için de öyle diyorum bazen. Bir yanım gitsin, kendini geliştirsin ve hakkettiği yere gelsin diyor. Öbür yanım da gitmesini istemiyor. Ama son olaylara bakınca, Arda'nın gitmesinin hem onun hem GS için iyi olacağını düşünüyorum. Sonra yine gelir, egolarından kurtulmuş, salak basını sallamayacağı zaman gelir oynar.

- Arda, Aziz Yıldırım'la 15 dakika başbaşa konuşsun, Aziz Cimbomlu olur.

- Seneye Hakan Arıkan ve Serdar Özkan'ı alacakmışız. İşte burada diyorum ki "bu takımın uzun vade hedefi yok, bonservissiz her adamı alıyor". Bırak Serdarmış Hakanmış, onun paralarını birleştir bir tek tane, adam gibi transfer yap. Çıkar altyapıdan adamlarını. 3 tane çıkar biri tutar. Aykut-Ufuk-Emirhan dururken ne Hakan Arıkan'ı , Cem Sultan-Emre Çolak dururken ne Serdar Özkan'ı.

- Guti de Madridli'nin Allah'ıdır. Hiç de sevmem. Ilk önce gitsin Katalan bayrağını öpsün, öyle gelsin.

- Neill'in yanına adam gibi bir stoper, iyi bir ön libero, Elano'nun yapabileceği ama yapmadığını yapacak biri, bir de yedek forvet lazım. Al sana 4 adam.

- Son olarak, itiraf ediyorum Baros'u tırt, korkak ve kendini devamlı yere atan golcü olarak görüyordum. Ama artık seviyorum, hakkaten. Onun yokluğu ile varlığı arasındaki derin uçurum, herşeyi görmemi sağladı.

- Bir de şöyle mor fln formalar çıkarmayın. Tamam, ilk gördüğümüzden daha güzel çıktı ama gerek yok. Turuncuyu yine anlarım, sarı ile kırmızının karışımı ama düz kırmızı forma kadar güzeli var mı?

Oh, oturduğum yerden reçeteyi yazdım gönlüm rahat. Herşeyi geçtim, şu Ömer Çatkıç gibi bir hıyara, bir araba dolusu gol atamadık ya, asıl ona yanarım. Seneye artık yeni stada da geçelim de bir kendimize gelelim, ölü toprağını atalım, rahat bir şampiyonluk alalım.

PS: Mert Çetin'di di mi o "I don't speak English, I live in English" denyosu? Kafana osuriim senin.

06 Mayıs 2010

I Still Haven't Found What I'm Looking For/When A Man Loves A Woman

Hayatımda en iyi giden şeyin Aslantepe inşaatı olmasından ötürü bir süredir yazıcı değil de okuyucu olmayı tercih ettim e-diyarlarda. Ama iki güzel konu ile geri dönüyorum: 1- emlakçılar ve pazarlamaya çalıştıkları evler, 2- Şu post ve sonrasında gelen brainstorm. Zaten lovesexmojito tag'ine yazı girmeyeli baya olmuştu.

I Still Haven't Found What I'm Looking For
Düğün tarihi, ufukta zangoç gibi yükseliyorken bizim hala ev bulamamamız, kafama bir sumocu oturması hissi yaratıyor bende. Ev bulamamanın yanı sıra 3 kere bulup direkten dönmek, sinirlere reset çektirdi. En sonuncusunda "tamam tutuyoruz" dediğimiz gün ev sahibi, evi emmoğluna vermeye karar verdi ve sonunda bizdeki gerilim bir üst vitese geçti. Artık herşeye gülüyoruz, her salak emlakçıya güleryüzle yaklaşıyoruz, kibarlığın hat safhalarındayız. "Hepimiz Vahimiz".

- Bir kere emlakçıların tipinden nasıl ev gösterecekleri belli. O emlakçının tarzını ilk evde öğrenince de, onun götürdüğü her eve o önyargı ile yaklaşıyorsun.
- 40 dakika bekletip eve gittiğimizde "ama anahtar arkadaşta kaldı, ben size evi dıştan göstereyim" diyenlere niye kafa atmadım diye düşünüyorum bir kaç gündür. Atsam kızmazdı heralde.
- Balkondan ölesiye sarkılarak görünen manzara, evi manzaralı yapmaz. Döşemeleri kırık evin temiz olamayacağı gibi. Evin önündeki sokağın açık otopark anlamına gelmediği gibi. Bir bara komşu evin sessiz olamayacağı gibi.

Ama emlakçılara da bir yere kadar kızabiliyorum. Ellerindeki malzeme bu. Laz müteahhit kafasıyla salonun ve ebeveyn yatak odasının ortasına kocaman bir sütun koyarsan onlar napsın? Ama söyledikleri yalanlara kendilerini bu kadar iyi inandırmalarına hayranım. O kadar çok ev gördük ki 3-4 aydır, artık houseblind oldum (olmayı keşfettim). Hiç bir evi hatırlamıyorum ve neredeyse hiç bir ev hiç bir şey ifade etmiyor. Işi olmayanları bizimle gelmeye ve akl-ı selim şekilde bize yardım etmeye çağırıyorum.

When A Man Loves A Woman
Yukarıda linklediğim yazı ile CERN'in arasındaki benzerlik, ikisinin de, sonradan olanların bilindiği birşeyin nedeni anlamaya çalışmaları. Yani Big Bang'den sonra ne olduğunu biliyoruz ama CERN, Big Bang'in nasıl olduğunu anlamaya çalışıyor. Bir erkeğin bir karşı cinsten memnun kalmasını da biliyoruz ama vdgrl, (spesifik olarak yataktaki) bu rezonansın nasıl olduğunu anlamaya çalışıyor. Aklıma gelenlerden bir kaçı:

- Yeni Tecrübeler: Aslında seks, çok basit bir şekilde iki organa indirgenebilse de bunun nasıl, nerede, hangi hislerle yapıldığı über-önemli. Şöyle ki her zaman yaptığınız bir şeyi, hiç yapmadığınız bir ortamda yapmak, o aksiyondan yepyeni bir tat aldırabilir. Tabi bunun artı taraflarından, o anki partner de nemalanıyor.

- Eski Tecrübeler: Bir yandan özlenmiş, eski tatların yeni bir bünyede tekrar yaşanması, anında bir sıcaklık, tanıdıklık, o anın/gecenin sıcak renklere boyanmasını da sağlayabiliyor. Ama buradaki sıkıntı, yaşanan güzelliği, anılarda başkası ile paylaşıyor olmak ve bundan partnerlerden birinin haberdar olmaması.

- Let's Get Physical: Her erkek, kadın uzuvlarını kendi kafasında önem sırasına koyar. Biri memecidir, biri popocudur, biri el-ayakcıdır (kimse "göz"cü değildir bu arada, insider info olsun). Çıplak halde ortaya çıkanların, giyinik olarak hayal edildiği gibi olması çok büyük bir artıdır; eminim kızlarda da aynı şey geçerlidir. Yani kızın kendisi olmasa da, güzel bir uzvu tek başına da özlenebilir.

Ama bence en önemli şey, geyik demeyin, o anki uyumdur. Yani o an erkeğin seksten beklentisi çılgıncaysa veya sakin ama şehvetliyse veya tatlı-sertse veya eğlenceliyse ve bu, partnerin o anki moduyla uyuyorsa ortaya şahane bir şey çıkıyodur. Eğer iki taraf da seksten sonra yatakta muhabbet etmek istiyorsa ve ediliyorsa, sarılıp uyunmak isteniyosa ve sarılıp uyunuyorsa, kıç dönülmek isteniyorsa ve dönülüyorsa, kısaca erkek kendini suçlu/baskı altında/beklenti altında değil de mutlu hissettiriliyorsa, kafası rahatsa, o anları alıp rahat rahat güzel anılar kutusuna koyabiliyorsa, dişi başarılıdır.

12 Nisan 2010

The Bar

Seni ne kadar sevsem de okurcan, işler kesinleşmediği için açık açık yazamıyorum. Ama bir yandan da paylaşmak istiyorum. Hiç bir şey anlamayacağın bir yazıya hazırsan başlayalım.

Hayatın en fıtık edici zamanları, geleceğin belirsizleştiği zamanlar bence. Üniversite mezuniyeti sırasında da bir süre aynı şeyi yaşamıştım. Iş arıyorsun, gün be gün mezuniyete yaklaşıyorsun, ne olacağı belli değil. Neyse ki iş bulmuştum, hem de eylülde başlayan, kafam Garfield kadar rahat, deliler gibi tatil yapmıştım (lan bakıyorum da, Roskilde Festivali'ne gitmişim, mavi tura çıkmışım, Çeşme-Bodrum arası mekik dokumuşum, ayağımın denize ve kuma değdiği gün sayısı değmediğinden fazlaymış, ne kadar mükemmel).

Şimdi de ufak ufak aynı şeyleri yaşıyorum. Tamam yazın evlenicez, ileride kuvvetle muhtemel yapacağım işler belli ama bu sefer de gelecekle şimdiki zaman arasında köprüyü, atacağım adımları belirlemenin sıkıntılarını yaşıyorum. Yani A'dan B'ye gidicem onu biliyorum ama aradaki yolu bilmiyorum.

Tabi bu bir bunalım yaratıyor bünyede, sıkıntı, gereksiz sinir vs. Ama bu aralar, bu hislere karşı savaşımda daha bir başarılıyım galiba. Her gün gitarımı çalıyorum, daha çok spora gidiyorum, PlayStation'ı annemlerin evine kurmadım bile. Hatta satmayı düşünüyorum ama o zaman da aldığım Blu-ray'leri nasıl izlicem diye düşünüyorum. Hal böyleyken güzel şeyler de olmaya başlıyor. Bu haftasonu, gözümüzde büyüye büyüye Goliath olmuş iki konuyu, 4-5 saatte, arada Fatih'te büryan üstüne künefe yiyerek bir de, hallediverdik. Yani nihai karar ve imzalar olmadı (o yüzden böyle gizemli ve karizmatik takılıyorum) ama o da yakındır.

Sabahleyin hayatın bu şekil gel-gitleri, yenmeleri-yenilmeleri hakkında düşünürken çok büyük düşünür, inanılmaz ulu insan The Dude'un güzel bir sözü geldi aklıma, oradan çıktı bu post zaten:

Sometimes you eat the bar, and sometimes, well, he eats you.

11 Nisan 2010

Blog Ödülleri

Bu arada...

2010 Blog Ödüllerinde Kişisel kategoride aday bu blog. Iddiamız yok, kazanmak, dereceye girmek çok da fifi. Ama haberiniz olsun oy veriyorsanız. Sevaba girersiniz.

Bu Gece Ali Sami Yen

Galatasaray'da güzel şeyler olduğunu düşünüyorum uzun vadede, iyi bir teknik adam, iyi bir kadro, iyi bir yönetim. Bir süredir takım götüm gibi oynuyor, sinirlendiriyor kabul. Protesto etmek de hakkımız, sonuçta rakiplerin dökülüyorken rahat şampiyon olabileceğin bir senede hala sürünüyorsun.

Peki bu mu? Kesinlikle değil. 5 dakika sustun, mesajını ilettin ama sonrasındaki saçmalık ne? Madem renklere aşkınız, o zaman niye numaralı tribün "re re re ra ra ra" tezahüratını yaptığında onları yuhalıyorsunuz? Peki bu takım içinde yıllardır elinden geleni yapan, en koşan, en mücadeleci adamlardan Arda'yı niye protesto ediyoruz? Formsuzluk yasak mı? Her gece alemden aleme koşan Jo ile Arda'yı bir tutmak niye?

Yıllardır kombine alırım ama Fenerbahçe'yi suladığımız (ve yarısında "bu taraftarın götünü sikiim" diyerek çıktığım) maçtan sonraki en kötü maçı izledim. Bu salakların artık tribünlerden ayıklanması lazım.

Ama son bir sorum var: Takımının Barcelona gibi oynamasını istiyorsun, mücadele etsin istiyorsun, ama sen Barcelona taraftarı gibi takımına destek veriyo musun, kötü gününde onların iyiye gideceğine inanıp destek olabiliyor musun? Iyi takımı desteklemek kolay, taraftarlık kötü günde takımın arkasında olmakla oluyor. Bir gün bir takım nasıl desteklenir, nasıl protesto edilir öğrenirsin, o zaman bu takımın gittiği yoldaki güzellikleri tatma hakkını elde edersin.

Bu taraftar grubu o kadar salak ki, o tapındıkları, Galatasaray ruhunu temsil eden Metin Oktay sahada oynuyor olsaydı ona da küfrederdi. Beyinlerin daha iyi çalıştığı tribünler niyetine...

08 Nisan 2010

For Fock's Sake, Mate

Ipini koparmış bir yay burcu erkeği olarak, çantamı sırtıma alıp bir kez Ingiltere'ye gitmişliğim yoktur ne kadar istesem de. Denk gelmedi. Annem ve babamla 6 aylıkken gidip 9 ay sonra dönmem var bir tek Ingiltere mazimde, onu da hatırlamıyorum. Ama içimde Ingiltere'ye karşı özel bir sevgi olmasa da "The English Way of Life" ben farketmeden içime sinmiş durumda.

Bugün işten dönerken Paul Weller farkettirdi bana ve kafamda sıraladım. Galiba bu The English Way'e sempatimin en baş elementi müzik. Hatta bir müzik ne kadar Ingiliz o kadar iyi sanki. Paul Weller'in aktivist Ingilizliği, Joy Division'ın kasveti, Pink Floyd'un sarkasmi, mücadele kokan eski zaman U2'ları, Arctic Monkeys'in mod kafaları... Say say bitmez. Yani Birleşik Krallığa (coğrafyayı ufaktan genişletelim) sırf müzik turuna çıkılır. Tabi bu arada bi Isle of Wight, bi Glastonbury yapılır mecburen. Mecburen ama, arkadaşlar bilet almış zorla gittim kafası. Bir ülkenin tarihi The Beatles, Black Sabbath, Led Zeppelin, The Rolling Stones, David Bowie'den Arctic Monkeys, Franz Ferdinand, Radiohead'e uzanıyorsa, araya da Oasis, Blur, The Smiths, The Style Council, The Clash gibi bölümler eklemişse ben bu ülkeyi elim mahkum severim, kusura bakmayın.

Sonra Ingiliz komedisini, Amerikalıların yavan espri anlayışından, hatta neredeyse kendi dilimin esprilerinden bile daha çok seviyorum. Mesela boxset'ine sahip olduğum tek dizi, The Coupling. Bir sitcom daha nasıl komik olabilir, baştan aşağıya seks ve flört konulu bir dizi, daha ne kadar az bel aşağı vurabilir? (Burada Jeff'i anmadan edemiyorum, Giggle Loop, Shadaim diyorum, anlayan anladı). Aynı şekilde Top Gear. Gülmek için ilk izlediğim şeylerden biri olan araba programı! Araba ile en ufak bir alakanız olmasına gerek yok, her şekil komikler.

Sonra futbolu, taraftar profili ve teras kültürü. Herhangi bir Ingiliz takımına (Liverpool veya Arsenal'e bile) çok ciddi bir sevgi beslemiyorum ama Galatasaray'ı da biraz Ingiliz tarzı seviyorum galiba. Yani kötü gününde de maçına gidip, her sezon başı formamı alıp, şuursuzca bağırmak yerine alkış-yuhlamayı etkili kullanarak yaşıyorum taraftarlığımı. Stadına gitmeyi, uğruna üşümeyi seviyorum ama galiba yenilirken, kötü gününde daha çok seviyorum takımımı. Ayrıca teras kültürü dedik, hani o Ingiliz stadlarının normal ev gibi çatılı bölümleri. Fulham-Juventus maçında gördüm en son, içim bir hoş oldu. Bambaşka bir taraftar mevzuu aslında o. Bir Damned United izlemek gerekir belki bu fırsattan istifade. Yine de Nick Hornby efsanesi Fever Pitch'i okumadan anlaması zor (yerinde yaşamayanlar için).

Hornby demişken, kendisi bile Ingiliz'leri sevmek için bir sebep. Fever Pitch'i, High Fidelity'i, 31 Songs'u yazan adamı buradan anmamak ayıp! O kadar kendimle özdeşleştiriyorum ki herifin yazdıklarını (bu konuya başka bi postta değinicem). Şu anda da Slam diye bir kitabını okuyorum, iddiasız, kendi halinde ama insanın içine sinen bir kitap. Şahane, akıl almaz değil ama belki de güzelliği orada zaten.

Enteresan, hala tam bir açıklama getiremiyorum. Union Jack altındaki herşeye bir aşkım yok, Ingiliz olsun yeter diye bir saplantı içinde değilim ama retrospektif bakınca Ingiliz şeylere daha çabuk ısınıyorum, seviyorum ve benimsiyorum.

He, size ne? Bilmem. Burası da biraz düşünce tahtası oldu. Yine de yukarıdakileri seviyorsanız, sevmiyorsanız veya ekleyecekleriniz varsa arapası atın, pozisyon devam etsin. Blimey!

23 Mart 2010

Bu Ödülü Güzel ve Zor Hayata Adıyorum

Hayat zor be okurcan. Yoruyor. Havalar güzelleşince daha bir allak bullak oldum. Bir yandan yeni iş kolları yaratma çabası var, hiç kolay değil. Iki tane güzel iş bulmuştum yapacak, oldu olacaktı ve güzel de para kazanacaktım ama iki gündür ikisinden de kötü haberler alıyorum. Bir yandan 4 ay kalan bir düğün ve evlilik hayatı için yapmamız gerekenler. Çok şeyi daha yapmadık, zaman da aynı hızda azalmakta. Başka bir yandan K. ile yaşadığımız evden taşınıyoruz. Seviyorduk evi de aslında. Ayrıca şimdiye kadar beraber yaşıyorduk, bundan sonra bir süre ailelerle yaşıycaz. Bir yandan da şimdi havalar düzeldi. Havaların düzelmesi iyi bir şey tabi ki ama tam kendimi sıkıntı çekme, dertlenme, çabalama moduna sokmuşken havalar güzelleşince kabak çiçeği gibi açılmak istiyor bünye. Şöyle bir salmak, keyiflenmek istiyor. Ama ne vaktim ne taakatim var.

Dertler arasında kaldıkça stresli bir insan oluyorum. Dışarıya yansıtmamak için de kasılıyorum. Sonra eve gidip akşama kadar bilgisayar başında veya Playstation başında oturuyorum kendimi mallatmak için. Eve gelip televizyon karşısında uyuyan mutsuz ebeveyn moduna girmek istemiyorum ama o yönde gidiyorum galiba.

4 ay. Şu 4 ay bittikten sonra (yani düğün işleri bitip, ev tutulmuş döşenmiş ve yaşanıldıktan sonra, bi de balayından sonra tabi ki) çok istediğim şeylere geri dönücem. Bir kere daha bol spor yapıcam. Kendime, bilgisayara bağlamalı amfi ve ucuz bi elektrogitar alıcam, evde müziğimi yapıcam. Bir de K.'nın aldığı DJlik kursuna gidicem. Sonra fotoğraf çekmeye geri dönücem ve sitemi yenileyeceğim, ne kadardır olduğu gibi duruyor (burada webmasterımı sevgiyle anıyorum yardımları için). Ve bitmek tükenmek bilmeyen enerjim bitmez ve tükenmez ise Ispanyolcamı yola koyucam Cervantes'e giderekten.

Bunlar hakkında konuşmak bile güzel okurcan. Çünkü artık ne okuduğum kitabı, ne dinlediğim müziği, ne de içinde yaşadığım hayatı özümseyemediğimi hissediyorum. Algılarım kapalı çünkü. Şöyle onbeşbin bakımına girip, filtreleri değiştirticem. Of yerine oh be demek istiyor bu bünye.

Neyse bu kadar itiraf.com yeter. Sen kendine iyi bak ama.

22 Mart 2010

Ankara Geceleri

Bir kaç kere niyetlenmiş ve başaramamış olmanın verdiği hırs, acayip moda soktu beni cumartesi akşamı. Kesin bir niyet ile, Ankara'daki tek akşamımı sabaha kadar dışarıda geçirip, Ankara gecelerinin nabzını tutmaya karar verdik baldızla.

Ilk durak, Nada. Hakkında çok şeyler duyduğumuz, daha önce önünden gündüz geçip de potansiyelini gördüğümüz mekan, hayal kırıklığı oldu maalesef. Tamam yer güzel, dekorasyon güzel ama içkiler sınıfta kaldı en başta. Ben gerçi kurabiye vodkayı önce shotlayıp, sonra bardakladım, o iyiydi. Ama baldızın mojitosu ile benim White Russian'ım çok ciddi başarısızdı. Bir White Russian'da süt köpürür mü? Veya mojitoya küp küp buz atılır mı? Bir de biz büyümüşüz galiba, ya da gençlik çok erken çıkmaya başlamış. Neyse, yani Istanbul'da olsa baya enteresan olabilecek Nada'yı erken bitirdik.

Sonra Tunus'tan aşağıya indik, etrafta elde gitar canlı müzik yapılan (ve genelde boş olan) mekanları ignore ederek. Flat ve yanında bir yer daha vardı ama ne o gün ne de genelde o kafada olduğumuz için onları da geçtik. If'e niyetliydik ama oradaki kalabalığı görünce elimizdeki beleş girişleri, bu para ile kaç bira içebilir hesabı yapan iki gence verdik sevabına. Daha sonra da, tavsiyeler üzerine Çayyolu'na doğru yollandık.

Bir kere Ankara taksicileri ile pazarlık edebilmek ve bindikten sonra da adam gibi iki kelam edebilmek, Istanbul'da bulamadığımız bir lüks (Aynen düzgün parkların olması gibi, çok özendim o konuda da Ankara'ya). Ama taksiler pahalı be! Yani içki parası kadar taksi parası verdim derim biraz abartmak istersem. Ama bunda kaldığımız yerin Eryaman'da olmasının da etkisi var galiba.

Neyse Çayyolu, biraz Dubai kafasıydı sanki. Belli ki doğal olarak ortaya çıkan değil de şehir planlamasıyla "evet bu sene de buraya konutlar, buraya barlar açıyoruz" mantığıyla yapılmış bir yer. Ama mekanlar çok Reina'msı (yani çok gitmişim gibi konuşuyorum da en azından müzikal anlamda). Yani baştan sona yürüyüp hiç bir yer bizi çekmiyorsa, bir hata vardır. En sonda (ya da en başta da diyebiliriz) caddenin tam üstünde olmayan, Taps'in karşısında Shot diye bir mekana girdik. Niyetimiz zaten biraz içki biraz muhabbetti, tam da uydu açıkçası. Yukarı canlı müzik var dediler, grup ara vermiş ve koca katta 4 kişi vardı. Zaten o ara, müzisyenlerin sahneye çıkmasıyla değil de gitarları toplamasıyla bitti. Ama alt katta Engin (olduğunu hayal meyal hatırladığım) barmen sayesinde gecemiz baya güzel geçti. Sırf shot bi kere, adına uygun olarak. Adam başı 10'ar shot yapınca zaten bir gece kötü geçemez. Bir de yanında doğru adam varsa zaten no problema.
Eve girip yatağa yattığımda sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Yani mission accomplished. Ama Ankara'nın gece hayatı hayal kırıklığına uğrattı genel olarak. Bir kere mekanlar ya boş, ya da fazla dolu. Bu da gidilecek adam gibi yerin azlığına işaret ediyor sanki. Yaş ortalaması da genel olarak düşüktü diye boku atmama rağmen burada benim 27 olmamın da etkisi olabilir. Var demiyorum, olabilir. Geri gelince yine çıkar mıyım? Yanımda doğru insanlar varsa net çıkarım. Ama single olsam, av için zor yer Ankara. Yani Ankara'ya geçer notu verdik ama 5 pekiyi için yapılacak çok şey var azizim.

17 Mart 2010

Cihangir I Love You but You're Bringing Me Down

Neredeyse bir bütün sene K. ile başbaşa oturduğumuz Cihangir'den aysonu itibariyle göçüyoruz maalesef. Gittigidiyor.com'dan eşyalarımızı satmaya başlamışız, koli sayısı artmış, gün sayısı azalmışken özleyeceklerimin üstünden geçmek istedim.

Bir kere evin kendisini özlicem. Tamam bir türlü ısınmıyordu, sifonu çekince duştan soğuk su akıyodu ama severek oturduk evimizde. Yani evin "biz" kısmını özlicem. Sonra komşularımızı özlicem, özellikle Kris ile Kate'i. Ayrıca apartmandaki tek Türk olmayı da özlicem.

White Mill ve tayfası... Geçen sene onların müzikleri ile az dansetmedik kendi evimizde, dün gece de parti vardı ama sonrasında kapı çalıp pasta getirmeyi, gönlümüzü almayı ihmal etmediler. Hem işletmecileri olan 3lüyü, hem de çalışan kankaları ile... Neyse yine uğrarız biz zaten.

Cihangir, pizzacı dolu ama Don Pietro gibisi yok. Net! Yani Miss Pizza diyorlar, Kort diyorlar fln ama asıl olay Don Pietro. Sadece Cihangir içine servis yapan ve gidip oturulacak dükkanı olmadığından sadece evlere servis çalışan DP'nin pizzalarına, taşınmamız dolayısıyla, artık nail olmayacağız. En exclusive şey buydu galiba hatta. Az mı pizzalarını yedik! Hatta üst kat komşumuz aradığında bile "Random Defunct'ın evi mi?" diye soruyorlarmış. Sağolsunlar.

Kısıtlı alanında 15000 ürünü üstüste dize dize bir şekilde sığdıran, evdeki bütün eşofman üst ve altlarımı görmüş, fanatik GS'li bakkal amcamızı da sevgiyle anmadan geçmemek lazım. Bazı ürünlerinin tarihi geçmiş bile olsa, bizden biri gibi sevdik onu (ve yanında çalışan yamuk burunlu, Kolombiya kokain baronlarının yanındaki getir-götürcü Juan Jose tipli arkadaşı).

Ve oturduğumuz bir sene içinde bir dakika olsun kapanmayan dinci manavımız. Yılbaşı partisinin sonunda, sabah 7'de her tarafım vodka kokarak gidip su istememi geri çevirmediği için ayrıca teşekkürler (bir bardak değil bir sürahi götürmüştüm bu arada, o kafayla). Tabi dut gibi sarhoş "essselamınaleyküm hocam" diye girmemi unutmamak lazım.

O dehliz gibi otoparkta arabama çok iyi bakan Takacı Bozkurt Abi'ye ve kafa ekibine de selamlar. Çukurcuma'nın kedi gibi kahverengi-siyah-beyaz saçlı delisi, senle de hiç konuşmamız olmasa da bir tattın mahallede. Adını bilmediğim DVDcimiz, sana da iyi para kazandırdık (daha dün 50 kafa çarptın bizi) ama işini de iyi yapıyorsun. En azından vizyon filmleri, Oscar adaylarının tamamı, Altın Küre adayları fln gibi kategori yapıp ayırıyosun ya, çakma imdb'sin gözümde.

Oscar konuşması yapar gibi hissettim, tabi biraz da kişisel bir liste oldu ama napalım bunun da kısmeti böyleymiş. Bakalım buradan nereye çufçufluyoruz evlenince.

12 Mart 2010

Here Comes the Sun


Biliyorum son zamanlarda burayı ciddi boşlamış durumdayım ama bilin ki kafam kazan gibi oldu. Bir yandan iki önemli yatırım peşinden koşuyorum, bir yandan da zaman kıtlığından dolayı son derece stresli geçen bir evlilik öncesi periyodunu yaşıyorum. Evlenmek zor iş vesselam ama değer.

Bu sırada sırf blogu değil herşeyi boşladım. Ne eskisi kadar müzik dinliyorum, ne K.'nın hediye aldığı DJlik kursuna gidebildim, ne fotoğraf çekiyorum; kafamı rahatlatan, sevdiğim hiç bir boku yapamıyorum kısaca. Ama dün kardeşimin hediye aldığı kitap, kısa yoldan hızla geri döndürebilir beni.

Music Listography, daha önce duymadığım Lisa Nola diye biri tarafından çıkarılmış. Listography.com diye bir sayfası ve bi kaç başka kitabı da var. Olayı da basit: Her sayfada şunları listele, bunları listele diye soruyor. Mesela çok klasik "en sevdiğin 20 grubu sırala" veya "en sevdiğin 20 şarkıyı sırala"dan, "cenazende çalınmasını istediğin şarkıları listele" veya "her eski sevgilin için bir şarkı sırala" gibi orta dereceli sorulara, oradan da "filmlerdeki en iyi müzik anlarını sırala", "zamanda yolculuk yapıp gitmek isteyeceğin konserleri sırala" veya "DJ olsan potansiyel takma adlarını sırala" gibi kafa yorulması gereken sorular da var. Dün akşam oturup 2'ye kadar elimde kalem, kulağımda müzik bunları doldurmaya başladım. Ama beni daha çooook oyalar bu.

Bunun yanında kesinlikle bu kitap kurşun kalem ile doldurulmalı diye düşündüğümde farkettim ki evde bir tane bile yok. Ayrıca yıllardır da kurşun kalem ile yazmamışım. Baya nostaljik oldu kısaca.
Bu tip postlar atan, High Fidelitysever benim, zaten bu kitaba vurulmamamın imkanı yoktu. Aranızdan bir geek çıksa da soruların muhabbetlerini çevirsek diye de hevesle bekliyorum.
PS: Daha önce bir mim'e denk gelmedim ama müzikle ilgili bir mim vardı, sorular var, shuffle'dan gelen şarkıyı yazıyosun. Elinden olan paslasın da ben de tombalamı çekeyim.

16 Şubat 2010

Vicente Kim Lan?

Istanbul - Barcelona uçak bileti
500 TL

Arkadaşlarla buluşup Madrid'e gidip gelme
75€

Atletico Madrid - Galatasaray Maç Bileti
25€
Sapo ve Süper Mario ile Madrid deplasmanına gidip sabahlara kadar eğlenmek
xxx

15 Şubat 2010

Törkiş Hot Kotür

Her bireyi marka meraklısı canım ülkem! Perşembe pazarından geliyor: Heçenem...

14 Şubat 2010

Catch Up Fellas

Zoban, geçenlerde blogcuların, moda olduğundan değil de söyleyecek şeyi bulunduğundan blogcu olması gerektiği hakkında güzel bir kaç tweet yazmıştı. Ben de kendimi (alakam olmasa da) suçlu hissettim. Blog açmışım, az güzel bi insan topluluğu takip ediyo, yazacaklarım da var yazmıyorum.

Bir kere şunu farkettim ki blogculuk, biraz daha yalnız adamın işi. Yani en azından kendim için konuşayım. Işim gücüm olmadığı ve yazacak bir şeyim olduğu zaman post giriyorum. Yazacak birşeylerim genelde oluyor, orada sıkıntı yok ama genelde vaktim olmuyor. Ve ben de yeteri kadar denemiyorum. Bu aralar işler ile başım son derece sıkışık, spora da gidemiyorum zaten, kendime bir kılım. Ama sonunda güzel olacağına inandığım şeyler uğruna savaşma hissini unutmuştum, psikolojik olarak çok daha güçlüyüm şu anda. (Amma personal oldu be, kendim baydım)

Bir de Italya'ya gittim ocak sonu. Milano'yu sevmiyorum bir kere. Cidden. Kardeşim okuduğu için bir sürü kez gitmişliğim var ve her defasında ayrı bir sıkkınlıkla dönüyorum. Alışveriş yapmayacaksan, yapılacak şeyler bir (1) günde bitiyor. Tamam D'uomo baya enteresan, ama nereye kadar! En sevdiğim yerleri CDciler, kitapçılar genelde. Ama onlar bile beklentilerimin altında. Mesela Milano Fnac. Fnac, en sevdiğim kitapçı/müzikçi ama buradaki, bir Barselona Fnac veya Paris Virgin veya Times Sq. Virgin gibi değil. Son derece sönük. Tek iyi tarafı, box set'ler konusunda şahaneler. Geçen sefer Factory Records'un 4 CDlik bir setini alıp Madchester konusuna ciddi eğilmiştim. Bu sefer de bir başka merak ettiğim noktaya bodozlama giriş yaptım: The Style Council. Paul Weller sevmişliğim vardır, bir süredir eski grubu The Style Council'a başlayayım diye kafamda tasarlıyordum. Bir baktım "The Complete Adventures of The Style Council" diye 5 CDlik bir box set. Kaçırmadım. Çok da mutluyum, işe giderken her sabah birini dinliyorum. Bir de Neil Young best of'u aldım kendime, arabesk dinler gibi of çeke çeke dinliyorum onu da.

Onun dışında Milano deyince alışveriş! O kadar. Ama beni enterese eden malların kendisinden çok reklamları. Bu seferki favorilerim Diesel'in Be Stupid kampanyası, Kiss My Glass afişleri ve Monte Napolione'deki Fiat 500'ler. Zaten bu kadar iyi reklam yapmasalar, herşeyi ederinin 5 katına satamaz Italyanlar.

Yine de Milano'ya gitmek istemiyorum! Neyse ki haftaya daha güzel şeyler yapıcam, onu da ayrı bir postta anlatırım artık.

Till Death Do Us Apart

Dün bir cenazeye daha gittim, sevdiğim bir insanın beklenen ölümü yüzünden. Aklıma geldi, buraya da not edeyim istedim.

Şimdi biri ölünce arkasından ağlayanlar, kendileri için ağlıyorlar, orda mutabıkızdır diye düşünüyorum. 27 yıllık kendi hayatıma bakıyorum, hakkaten güzel geçmiş şu zamana kadar. Bundan sonra da inşallah güzel geçer, çok şeyler yapacağıma ve daha çok mutluluk yaşayacağıma/yaşatacağıma inanıyorum. Ama bir şekilde bana bir şey olsa da arkamdan ağlanmasını değil hayatımın kutlanmasını tercih ederim. Yani evlerde toplanılıp ağlanılacağına, içilmesini, yaptığım komikliklerin/mallıkların/güzel şeylerin hatırlanması daha güzel.

Bir de helva kısmı çok önemli. Şahane bir un helvası isterim. Bu kadar laf ve emoluktan sonra da kendime uzun ömürler dilerim. Sizlere de tabi...

21 Ocak 2010

Pimp My Galaxy 2

Kötü bir posttan daha kötü ne olabilir? Eksik bir post. Evet, dün Star Wars göndermeli bir post attım ama bugün aşağıdaki Adidas'lar karşıma çıktı ve onları da koymak istiyorum buraya. Ama o zaman da dünkü post eksik kalmış olacak. Okurcan, beni affet. Dahasını görmek istiyosan, camiden sağa sap 500 metre sonra başkasına daha sor gösterir.

20 Ocak 2010

Pimp My Galaxy

Aile boyu Star Wars efenim:
Bu büyüklere...
Bu küçüklere...

Bu da küçüklere de dayanamadım koydum, "ortada bir yanlışlık var ama anlayacak yaşa gelmedim" bakışları bitirdi beni

Bu da Çapon Vader, elinden geleni yapmış ama yukarıdakilerle yarışması zor evladımızın

Related Posts with Thumbnails