12 Nisan 2010

The Bar

Seni ne kadar sevsem de okurcan, işler kesinleşmediği için açık açık yazamıyorum. Ama bir yandan da paylaşmak istiyorum. Hiç bir şey anlamayacağın bir yazıya hazırsan başlayalım.

Hayatın en fıtık edici zamanları, geleceğin belirsizleştiği zamanlar bence. Üniversite mezuniyeti sırasında da bir süre aynı şeyi yaşamıştım. Iş arıyorsun, gün be gün mezuniyete yaklaşıyorsun, ne olacağı belli değil. Neyse ki iş bulmuştum, hem de eylülde başlayan, kafam Garfield kadar rahat, deliler gibi tatil yapmıştım (lan bakıyorum da, Roskilde Festivali'ne gitmişim, mavi tura çıkmışım, Çeşme-Bodrum arası mekik dokumuşum, ayağımın denize ve kuma değdiği gün sayısı değmediğinden fazlaymış, ne kadar mükemmel).

Şimdi de ufak ufak aynı şeyleri yaşıyorum. Tamam yazın evlenicez, ileride kuvvetle muhtemel yapacağım işler belli ama bu sefer de gelecekle şimdiki zaman arasında köprüyü, atacağım adımları belirlemenin sıkıntılarını yaşıyorum. Yani A'dan B'ye gidicem onu biliyorum ama aradaki yolu bilmiyorum.

Tabi bu bir bunalım yaratıyor bünyede, sıkıntı, gereksiz sinir vs. Ama bu aralar, bu hislere karşı savaşımda daha bir başarılıyım galiba. Her gün gitarımı çalıyorum, daha çok spora gidiyorum, PlayStation'ı annemlerin evine kurmadım bile. Hatta satmayı düşünüyorum ama o zaman da aldığım Blu-ray'leri nasıl izlicem diye düşünüyorum. Hal böyleyken güzel şeyler de olmaya başlıyor. Bu haftasonu, gözümüzde büyüye büyüye Goliath olmuş iki konuyu, 4-5 saatte, arada Fatih'te büryan üstüne künefe yiyerek bir de, hallediverdik. Yani nihai karar ve imzalar olmadı (o yüzden böyle gizemli ve karizmatik takılıyorum) ama o da yakındır.

Sabahleyin hayatın bu şekil gel-gitleri, yenmeleri-yenilmeleri hakkında düşünürken çok büyük düşünür, inanılmaz ulu insan The Dude'un güzel bir sözü geldi aklıma, oradan çıktı bu post zaten:

Sometimes you eat the bar, and sometimes, well, he eats you.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails