31 Ocak 2011

Follow the Yellow Big Road



Nereden nerelere... Geçen gün Mededi ve Ç. ile yurtdışı festivallerini konuşuyoduk, gitsek mi gitmesek mi diye. Sonra Mehmet Tez'in blogu Hafif Müzik'teki bu video, beni yıllardır gitmek istediğim ama gidemediğim Coachella'ya götürdü. Şunu izleyip de gitmek istememek olmaz! Sonra dedim ki okurcanlarımla da paylaşayım bunu. Onun için tekrar izledim videoyu da, her taraf ne kadar temiz cıvıl cıvıl. Oysa 3 kere gittiğim Roskilde, beni ne hallere getirmişti! Danimarka yazı ünlüymüş, gidince öğrendik. Hiç durmayan yağmuru, bitmek bilmeyen diz boyu çamuru ile farklı bir tadı vardı. Sonra dedim ki ben bunun da bir resmini koyayım da herkes yukarıdaki video gibi sanmasın yurtdışı müzik festivallerini. Sanmayın ki aşağıdaki iki fotoğrafı kolay çektim yani. Oradan bunlardan başka fotoları bulmak için de external harddisk'e daldım. Bahsettiğim fotoları bulamadım ama saatlerdir external'da takılıyorum. Ne kadar çok anı, ne kadar çok utanılacak şey, ne kadar kocaman bir naiflik var içinde.

Sonunda da kafamı toplayıp bu satırları yazıyorum. Iki güne Londra'ya gidicem. Onunla ilgili dönüşte yazıcam. Inşallah caps'li.

28 Ocak 2011

I Hate the Feelings You Provoke

Son zamanlarda, itiraf etmekten utandığım kadar uzun bir zaman diliminde hatta, elime fotoğraf makinesini alıp fotoğraf çekmiyorum. Hiç bir zaman iyi bir fotoğrafçı da olmadım ama sevdiğim ve inat ettiğim bir aktiviteyi yapmıyor olmanın acısı yok değil.

Ve güzel fotoğraflar görünce içimdeki o garip his, daha da garipleşiyor. Mesela az önce twitter'da Magnum Photo Agency, Salinger'ın ilk ölüm yıldönümü şerefine Holden Caufield'ın New York'u adı altında bir fotoğraf seleksiyonu (dikkat, öz türkçe) yayınladı. Nefis fotoğraflar var içinde. Hayatta en sevdiğim şehirlerden olan New York'un bilmediğim zamanlarına özlem.

Bazen öyle işler görüyorum ki bir yandan tokat gibi çarpıp "çık dışarı ve fotoğraf çek" bir yandan da "panpa, sen bu işi bırak, boşuna uğraşma" dedirtiyor. Elliot Erwitt, Josef Kouldelka, Steve McCurry, Robert Capa, Robert Frank... Bu adamların çektikleri fotoğraflar, fotoğrafların hikayeleri, fotoğrafları çekmek için göze aldıkları ve Robert Capa gibi sonunda bunun için canlarını vermeleri, oturup düşününce beni allak bullak ediyor. Kelimelerle hislerimi anlatmayı, fotoğrafların gücüne saygısızlık olarak görüyorum.

Muhtemelen hayatımdaki en büyük hayalim olan dünyayı elimde fotoğraf makinesiyle gezmeyi yapamicam. Ve muhtemelen hiç bir zaman çok beğenilen bir fotoğrafçı da olmicam, kendimde o potansiyeli görmüyorum. Ama bu inanılmaz görsel narrative'in, en azından hakkını veren bir takdircisi olmak bile biraz olsun mutlu ediyor beni.

21 Ocak 2011

Hold On Brothers!

Geçen haftadan beri twitter'da, devamlı Galatasaray'ın stad açılışında olanlarla ilgili konuşuyorum. Retweet ediyorum. Yorum yapıyorum. Belki bıktı takipçiler, hakları ama bence çok önemli bir sınavdan geçiyoruz. Biz derken GSliler değil, tüm Türkiye olarak.

GS olarak geçtiğimiz sınavlar var. Yadsınamaz. Kim yalaka, kim maşa, kim tepkili hepsini görüyoruz. Ama önce ben niye yuhaladım, ondan başlayayım.

Adnan Polat'ı yuhalamadım. Stad açılışıdır, yönetim hatalarının konuşulacağı bir an değil o an. Bambaşka bir şey. Ama Recep Tayyip Erdoğan'ı avazım çıktığı kadar yuhaladım. Bunu da Galatasaraylı kimliğimle yapmadım. Her tepkiyi copla, korumayla, yasayla, polisle bastıran, özgürlükleri mazluma kalkan değil kendine kılıç gibi kullanan başbakanı, bir Türkiye vatandaşı olarak yuhaladım. Fırsatını her bulduğumda da yuhalarım. O stadda organize hiç bir şey olmadığına, yuhalayan onbinlerin (100-200 diil) benimle aynı mantıkla yuhaladığına da inanıyorum. Daha doğrusu umuyorum.

Peki basit bir politik protestodan daha önemli yapan şey nedir bu yaşananları? Niye destekleyen bu kadar destekliyor, aşağılayan bu kadar nefret ediyor?

(Cevaplar benim düşüncem ama burası da benim platformum) Çünkü benim politik olarak aklımın başında olduğu 10 yıllık zaman diliminde açık görüşlü bir sürü insan görsem de yaptırımı olan otoriteye karşı taşsız sopasız bir fikir savunulduğunu ve bunu kendi başına gelecekleri düşünmeden, toplumun iyiliği adına, kendinden fedakarlık yaparak (bu durumda belki kombinesinden olarak veya karakola alınarak) protestosunu devam ettiren bir durum görmemiştim. Hem de canlı yayında. Bu, başka yöne çekilemeyecek, görmezden gelinemeyecek bir tokattır. Kişisel çıkarın toplu hareketten üstün görüldüğü şark zihniyetinden bir kopuş, Fransızvari devrimciliktir abartmak gerekirse. O yüzden alakalı alakasız herkes (mesela bugün Trabzon'un belediye başkanları, ne alakaysa) Başbakan'a yalakalık yapıyor. Çünkü bu tokat izi, geri döndürülemez. Bir Galatasaraylı olarak, UEFA Kupasını aldığım gün kadar tebrik alıyorum diğer takım taraftarlarından.

Bu pazar Sivasspor maçı var. Ben, kimseyle konuşmadan veya organize olmadan, protestomu devam ettiricem. Eminim ki binlerce insan da öyle yapacak. Ve bu bastırılmaya çalışılan protestolar yeterli bir süre dayanırsa, aynı düşüncede olan ama şu ana kadar korktuğundan bunu sölemeyen veya sesini yükseltemeyenler de yükseltecektir. Önemli olan tehdite karşı, güce karşı yılmamak ve devam etmek. O zaman da demokrasi, bir staddan, bir arenadan yayılır Türkiye'ye. Bunun Galatasaray stadı olması benim için önemli değil. RTE'yi kendi silahıyla vuralım o zaman: Durmak Yok Protestoya Devam!

19 Ocak 2011

Yatarken Dinlediğim 3 Albüm

Insanlar "müzikle uyuyanlar" ve "müzikle uyuyamayanlar" olarak ikiye ayrılır, bilmiyorsanız haber vereyim. Bu yazı ilk grup için.

Tuvaletteki sifonun kendi kendine su kaçırıp durduğu bu gecelerde benim için eski alışkanlığımı canlandırmak elzem oldu bir süredir. Tamam, zamanında Offspring'lerle Metallica'larla da uyurdum ama galiba yaş 27 olunca bu tip şeyler için yaşlı sayılıyorum. Zaten bi de nezle öncesi halsizliği yaşıyorum şu anda, dokunmayın.

Aşağıdaki liste, yılların kemikleşmiş "uyku albümleri" benim için. Uyumazken de dinlerim ama uyurken taktım mı sonunu getiremem hiç bi zaman. Ormanda 1000 koyun gücündeki müzikler bunlar:
Pink Floyd - Dark Side of the Moon
Nazarımda bu albüm, zaten gelmiş geçmiş en iyi albüm. The best. Quadrophonic ses kaydının ilk kullanıldığı kayıt olan Dark Side, her daim beni benden almıştır. Diyeceksiniz ki Time'ın başındaki saatler, Money'deki acayip sololarda nasıl uyuyorsun? Beni asıl uyutan Great Gig in the Sky, Us and Them, Any Color You Like... Bir de albümün inanılmaz "spacious" oluşu. Zaten diğer iki albümle en büyük ortak özellik de bu. Bir bulutun içinde gibi olan albümler beni (ve muhtemelen herkesi) uyutuyor.
Sigur Ros - Aegetis Bryjun
Bu albümün en güzel tarafları ne gitar solosu var, ne yükselen sesler ne de konuştukları dili anlıyorum. Herşey oblivious. Staralfur'daki solo bile yumuşak bi keman solosu. Zaten sonrasına geçmekte zorlanıyorum genelde. Oralarda bi yerde kopuyorum. Ama Sigur Ros'un diğer albümleri aynı etkiyi yaratmıyor nedense. Zaten artık eskisi gibi spacious da değiller ama adamlar heralde 10 yıldır aynı müziği yapacak değillerdi. Şaşırmamak lazım.
Broken Social Scene - You Forgot It in People
BSS, diğer iki gruba göre çok daha personal bi seçim. Çünkü kendisi daha personal bi albüm. Bir kaç yıl önce Babylon'a geldiklerinde hatırlıyorum, Lover's Spit'i kanserli bi arkadaşını anmak için söylemişti Brendan Canning. Öyle de kaldı. Hüzünlü, insani, benle birlikte uyuyan bir müzik. O yüzden seviyorum Broken Social Scene'i de You Forgot It in People albümünü de. Sanki uzanıcaz, sarılıcaz gibi geliyor bazen.

05 Ocak 2011

Istifa Mektubu

Her Türk genci gibi, 3-5 yaş aralığında, o sıradaki başarısı, arkadaşların ve ailenin tuttukları takıma göre, tamamen şuursuzca bir takım seçimi yapıyoruz. Dönmemecesine... Anne ve baba tarafı toptan Fenerli biri olarak nasıl Galatasaraylı oldum bilmiyorum.

Ama Manchester United zaferiyle başlayan, 14-18 gibi çok çok kritik bir yaş aralığında ezici bir üstünlüğün UEFA kupası ile taçlandırılması sırasında, şuursuz seçimimin, diğer akranlarımdan ne kadar daha iyi olduğunu görmüş oldum.

Arkasından gelen senelerde ise iyi gün dostu olmaktan taraftarlığa terfi ettiğim, Olimpiyat Stadına hemen hemen her maçta gittiğim, takımımı daha sahiplendiğim günler geldi. Sefasını sürme günlerinin ardından biraz da cefasını çekme günleriydi, ki hoşuma da gitmiyor değildi.

Fakir edebiyatıyla ezildik, Ribery'i kaçırdık, rahmetli Özhan Canaydın'a protestolarda bulunduk ama hepsinin arkasında bir sebep, bir mantık vardı. Galatasaraylıydık, biz de, protesto ettiklerimiz de. Sadece GS'nin farklı yollardan ilerleyeceğini düşünüyorduk.

Şu anda ise Florya'da, Hasnun Galip'te ve Cimbom nerede yaşatılıyorsa orada, bir sorun var. Artık akıl pusulaları kuzeyi göstermiyor. O ibre, devamlı sağa sola sallanıp duruyor, ters dönüyor ama belli bir yerde durmuyor.

Iki gündür, hemen hemen hepsi doğru olmak üzere bir çok şey söyleniyor Colin Kazım Richards transferi ile ilgili. Jo'yu, Keita'yı, Misimoviç'i defterden sildikten sonra bu ne lahana turşusu? CKR beş para etseydi Fenerbahçe, Galatasaray ile anlaştığı anda kontratını fesheder miydi? vs vs. Hepsi de haklı. Maalesef bu yönetim altında Cemal Nalga skandalı da yaşandı. Serdar Özkan'ın transferi yetmezmiş gibi bir de menajer şirketi ortaklığına da göz yumuldu. Sportif başarı her zaman beklentidir ama gelmeyebilir; etik değerler ise her zaman en üstte kalmalıdır. Şirket birleşmesi 10 şampiyonluğa bedel olabilir, ama artık son halkası Colin Kazım transferi olmuş zincir onlarca şampiyonluğa bedeldir. Kabul edilemez.

Işin oyuncu tarafına ise kesinlikle kızamıyorum. Çünkü her tarafı çürümüş bu çarkların, en az kaypaklık yapanı belki de onlar. Alemci adam, zaten alemci olarak geliyor takıma. Sakatın sakat olduğu biliniyor. Yeteneksiz, düz olanın durumu da ortada. Sorun, kötü olduğu bilinen malzemelere kötü diyende değil, iyi yemek yapmak için kötü malzeme seçenlerde.

Ve taraftar... Bir Galatasaray taraftarı, kombine alıyorsa, Avrupa maçlarına ve Fener derbilerine ucuzdan girmek ve bilet bulma kaygısı yaşamamak için alıyordur. Benim için Fener'e su yağdırılan gün, "bu taraftarlardan biri değilim" hissi ile maçın yirminci dakikasında tribünden ayrılmamla çok şey koptu. O günden beri de ne eskisi gibi tezahüratlarda bulundum, ne de protestolara katıldım. Arda'yı, Jo'yu ıslıklamadım; ne yalan söyleyeyim, hakkettiklerini de düşünmüyorum. Bu sırada sınıfta kalan hep taraftardı, Ultraslan'dı. 4-2'lik Ankaragücü maçında Rijkaard'a istifa diye bağıran, Imparator'unu özleyen, GS gol atıp maça ortak olunca tekrar Rijkaard'ın tarafına geçen, yenen 4. golden sonra Imparator'unu tekrar hatırlayan tribünlerin bir parçası gibi hissetmiyorum artık.

Artık Galatasaray adı altında, sarı kırmızı formasıyla spor yapanlar ile gönül bağlarım yokmuş gibi hissediyorum. En tepesinden en dibine kadar pusulası şaşmış, kuzeyini bulma çabasında olmayan insanların varlığı, beni bu duygusal bağımı yenilemekten, ilerletmekten alıkoyuyor.

Haftaya cumartesi Türk Telekom Arena'da olucam ama nefretle, hayal kırıklığıyla, bezmişlikle. Takım, ligde 10. sırada diye değil. Galatasaray'ın Galatasaraysızlığı yüzünden. Artık ne atılan gole sevinicem, ne yenilen gole üzülücem. Canlı maç izlemeyi seven biri olarak, parasını ödediğim yerime gidip herhangi iki takımın maçını izlicem. Formasız, atkısız.

Bu kişisel yazının amacı da şu: Galatasaray'ın, bildiğimiz Galatasaray değerlerine geri dönme çabalarını görene kadar taraftarlıktan istifa ediyorum. Herhangi birinin umrundaysa niyesi...
Related Posts with Thumbnails