30 Ekim 2009

My Sanal Self


K., uzunca bir süredir internet bağımlısı olduğumdan şüpheleniyor. Haklı olma ihtimali var. Ama sorun şu; bağımlı olsam bile internetin kendisine değil bu. Burada hayatın başka hiç bir yerinde olmadığı kadar dinamik ve çok bilgi var. Devamlı yenileri geliyor. Ben de içimdeki sıkılganlığı, durağanlığı sevmeyen kısmımı ancak bu kadar hızlı ve akışkan bir mecrada giderebiliyorum. O yüzden internete bu kadar meraklıyım galiba. Neysssaa...

Bir de şöyle bir şey var. Az önce uzun süredir görmediğim bir arkadaşımı gördüm işten dönerken. Vedalaşırken konuşalım dedik ama sonradan düşündüm, eğer bir blogu, bir twitter'ı varsa konuşmamıza gerek yok. Tek yönlü iletişimle (ki bu iki sayfada da öyle yapılıyor) gayet de o insanın neler yaptığını öğrenebiliyorum. Ve görüştüğümüzde, yani karşılıklı interaksiyona geçtiğimizde, onunla, sanki aradaki zamanda konuşuyormuşuz gibi muhabbete girebiliyorum.

Hatta bu olayı hiç tanımadığım, sadece blogunu okuduğum, twitter'dan takip ettiğim insanlara da yapabiliyorum. Yani aslında hiç tanımadığım birini arkadaş gibi hissedip, hayatında günlük olarak neler yaptığını bilebiliyor, başına gelenlere karşı hislerini anlayabiliyorum. Yüzyüze hiç karşılaşmamamıza rağmen.

Eskiden bir MSN paylaşılırdı, ama orada da karşılıklı konuşma vardı. Facebook ise tam bir ara katman oldu. Hem karşılıklı konuşma var, hem kendin çalıp kendin oynama. Twitter ve bloglar, her ne kadar okuyanlar public bir reaksiyon verebiliyor olsalar da, aslen tek taraflı bir iletişim.

Bir de tam tersi bakmak lazım. Ben, ve siz, ve etrafınızdaki bir sürü kişi, aslında hayatını, okeyde bitenin elini göstermesi gibi açıveriyor. Yani bir şekilde 1984'ümüzü kendimiz yaratıyoruz, hepimiz Big Brother'ın parçası oluyoruz, hayatımıza kamera koyup BBG'mizi oluşturuyoruz.

Bunu günlük bir şekilde yaşamış olsam da, bu context'e koyunca garip geldi. Vay be!

Not: Kafam güzel değil, cidden. Böyle naif modlara girmez misiniz siz de?

27 Ekim 2009

Them Crooked Vultures Pre-Kafası



Laflarımızı yeme, tükürdüklerimizi yalama vakti geldi çattı. Arctic Monkeys hakkında konuşurken zamane supergrouplarının ne kadar totoş olduğundan bahsetmiştik. Ama işte öyle biri geliyor ki belini kırıyor, topla kaleciyi ters köşelere gönderebiliyor.


Bir kere içinde Josh Homme, Dave Grohl ve John Paul Jones varsa o grup iyidir. Yani öyle bir grup ki bu Them Crooked Vultures, daha ilk adımını atmadan CV'sinde Nirvana, Led Zeppelin, QOTSA ve Foo Fighters var. Heyecanlanmamak elde mi?


17 Kasım'da self-titled debut album triplerine bu arkadaşlar da giriyor. Bugün de New Fang adlı şarkılarını yayınlamışlar. Bir aparatif olsun o zamana kadar biz müzik abazalarına.

26 Ekim 2009

Just Turn Around Now, You're Not Welcome Anymore


"Hayatım boyunca hep iyi bir insan olmak istedim" diyerek ne kadar sıradan ve osuruktan bir kişilik olduğumu ortaya koymanın huzuru içindeyim. Biri arkadaşımsa kötü gününde de yanında olmaya çalıştım, insanlara ön yargı ile bakmamaya gayret gösterdim, kızmamayı öğrendim, inanmayı tercih ettim vs vs. Böyle playdoh oyun hamuru kıvamında bir yürekle yaşadım.

Ama bu aralar bakıyorum ki, eskisi gibi "iyi" bir insan değilim artık. Hele de sorumluluğum arttığımdan beri para, benim hayatımda daha çok yer kaplıyor. Başkalarının dertlerine daha az katlanabiliyorum, daha çok kere ve daha uzun zaman periyotlarında insanları dinliyormuşum gibi yapıyorum, daha az sabaha mutlu kalkıyorum. "Object of desire"ları elde etmek, daha önemli bir hal aldı benim için. O yüzden de eski benliğime dönme çalışmalarına başladım.

Bir kere hayatımda beni hissizleştiren şeyleri bulup, onlarla daha az haşır neşir olmaya karar verdim ki duygularımla daha çok yüzleşeyim; hayatımdaki sıkıntıları gözardı etmek yerine çekeyim. Bu yüzden daha az alkol ve gibileri kararı aldım. Zaten hiç bir diziyi izlemem, ama televizyonu da neredeyse sıfıra indirmeye karar verdim. Lise yıllarımdan beri adam gibi çalmadığım gitarıma geri döndüm. Fotoğraftaki film/analog ısrarımdan vazgeçmek üzereyim, kafamdaki projelerin hepsini dijitalle yapmaya karar verdim. Hatta siyah-beyaz kalıbımdan da çıkıp renkli; street photography ısrarımdan da sıyrılıp stüdyo çekimleri denemeyi düşünüyorum. Işteyken blog yazma/reader okuma alışkanlıklarımı da bıraktım neredeyse, daha verimli çalışıyorum. Bir de el bileğim ve dizimdeki yırtıklarım geçip sporuma geri dönsem, kiloları verip eski fitliğime gelsem varmayın keyfime.

Tek sıkıntım kafama göre kitap bulamıyorum, tavsiyeleriniz var mı?

Etrafımda spiritüel zamazingoları okuyanlar, bana (o tip şeylere hiiiiç inanmayan bana) "sen zaten bunları bilmeden uyguluyosun, sana bakıp da yazmışlar bu kitapları" diyorlar. Ama anlamadığım, ben sadece durup kendime dışarıdan bakıp hayatımı daha iyi yapmak için çaba harcamayı göze alıyorum. Bu kadar mı zor sahiden?

Not: Foto dayım ve nişanlım K. ile elma bahçelerine gidip takıldığımız o güzel ekim gününden.

23 Ekim 2009

Mağrur Kazak Olmak


Mağrur Kazak? Anneyle baba ne kullanıyorsa bana da bir tane lütfen...

Birdie Num Num'ın katkılarıyla, ne de olsa "bu dönemde para büyük ihtiyaç"

22 Ekim 2009

Unloading Filmekimi

Bu aralar her tarafımı Filmekimi'ne bulamış durumdayım. 9 günlük festivalin 7 gününde, toplam 15 filme gidiyorum. O yüzden şimdiye kadar izlediklerimi buraya yazıp hem paylaşmam hem de kafamı rahatlatmam lazım.

Cuma akşamı Woody Allen'ın son filmi Whatever Works ile başladık. Ki ne başladık. Woody Allen uzmanı değilim, özellikle de eski filmlerini çok bilmem. Ama son yıllarda gönlümü fetheden Match Point ve Vicky Christina Barcelona'dan sonra beklentiler baya yüksekti zaten. Ve galiba bütün beklentileri geçti. Diğer iki filmi de geçti. Hem de Scarlett Johansson olmamasına rağmen. Bir kere çok güldürdü. Uzun zamandır bir filmde bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Bir de ana karakterin ara ara 4. duvarı yıkıp bizimle konuşması ama başkalarının bunu yapamaması, her karakterin ciddi değişimden geçmesi ve sonunda birbirlerinin yeni pozisyonlarına uyumu gibi şeylerle Woody Allen, seyircinin tutunacağı bütün dalları elinden çekiyor ama beklemedikleri dalları da sunuyordu. Bir daha gelse bir daha izlerim, herkese de tavsiye ederim.
Cumartesi gününe Informant ile başladık. Enteresan ve gerçek bir hikaye, efsane bir göt oluş ve yıkılış. Matt Damon'dan normalde haz etmem ama bence kendini aşmıştı bu filmde. Ama film tam olarak "keyifli 2 saat geçirdim ama bi daha da izlemem" filmiydi.
Hemen sonrasındaki Moon da öleydi aslında. David Bowie'nin oğlu yönetince beklentiler de yükseldi ama karşılayamadı işte. Oysa klonlarla, uzayla ne kadar düşündürücü ve vurucu bir film yapabilirdi. Ama yavaş tempo bir uzay macera olmuş film ve vurucu yapılmak istenen yerleri de öyle vurucu olmamıştı. Içimden "ben bu filmi daha iyi yaparım" demediysem neyim... Bir de 2001 Space Odysey gibi bir film ile aynı janrada (bayılıyorum bu kelimenin okunuşuna, genre yerine janra) dolaşmak istiyorsan daha iyisi lazım. Nokta.
Ama cumartesi gündüzünün eh iki filminden sonra akşamı, arayı kapattırdı. Looking For Eric, zaten festivalin de en beklenen filmlerinden biriydi ve bütün beklentileri de karşıladı. Zaten bakıyosun, Ken Loach ve Eric Cantona ikilisinden kötü bir şey çıkmaz diyorsun. Yine de ana karakter Eric'in (Cantona değil ama) performansı da çok iyiydi. Film de güzeldi, böyle quote dolu filmleri seviyorum. Iki Eric odada ot içerken, Eric'in Cantona'ya dönüp "çok içmeye başladın bırak şu meredi" deyip pas vermesi ve "I am not man, I am Cantona" uzun süre muhabbetlerde refere edilecek.

Pazarı Trabzonspor maçı sebebiyatıyla pas geçince pazartesiye gelmiş bulunduk. Eden is West, bir Costa Gavras filmi. Bir kaçak mültecinin Yunanistan'dan Paris'e yolculuğu. Mülteci Elias kadar, yoldaki insanların portresi de çok etkileyiciydi, hatta bence film tamamen bir portre filmiydi. Bir bakıma Robert Frank'in The Americans'da yaptığı yolculuğu hatırlattı bana, biraz daha karikatürize bir şekilde. Ama o kadar ayakları yere basan film, nasıl sonunda koptu gitti anlamadım. Vaktim olunca biraz bakıcam internetten ona da, hala karışığım filmin sonu hakkında.

Eden is West'ten sonra Cheri vardı. Belki Cheri de Moon'un düştüğü tuzağa düştü benim aklımda. Moon, nasıl 2001 Space Odysey ile aynı ipte cambazlık yaptığı için tutunamadıysa Cheri de Emile Zola'nın çok sevdiğim Nana'sıyla aynı ipteydi. Ve başarısızdı. Michelle Pfeiffer'ın oynadığı karakter Nunu, kitabın o karakteri Nana. Nana'nın yardımcısı Rose, Nunu'nun yardımcısı da Rose. Genç sevgili, hayat kadının hem anne hem sevgili gibi hissetmesi. Bunun çok daha iyisinin kitabını okudum dedim filmde. Ayrıca kötü oyunculuk ve fazla Amerikanlık olunca ciddi sıçtı film gözümden. Geç.

Salı, yine çok beklediğimiz bir film olan Capitalism: A Love Story ile başladı. Michael Moore, gittikçe inanılırlığını yitiriyor, hem benim hem de konuştuğum herkesin gözünde. Evet Bush ve cumhuriyetçileri seven çok yok kendilerinden başka, ama filmin özellikle Obama öncesi dönemi neredeyse tamamen duygu sömürüsüydü. Olaylar mizansen gibiydi. Tamam Michael Moore, taaaa RATM'nin Sleep Now in the Fire klibini yönettiğinden beri taraftı zaten. Ama taraf olmakla subjektif olmak arasındaki çizgiyi geçiyor yavaştan. Bir de Naomi Klein'ın Shock Doctrine'indeki herşeye inanmadıysam, bu filmde de hemen hemen aynı noktalara inanmadım. Zaten söylemleri de çok benzer ve herşey anlattıkları gibi gelmiyor. Ama burada uzun uzun onu konuşacak değilim.Sonra Bright Star. Yine olmamış bir film sana. Şair John Keats'ın biyografik öyküsü. Belki de o kadar şiir bilmediğimden, karakterin kendisiyle çok alakalı olmadığımdan beni çok çekmedi, çok ağır girmicem o yüzden. Iki şey böyle düşünmeye itti beni. Yanımızda bir sürü insan ağladı ama K. da ben de hiç duygulanmadık bile. Bir de aynı yavaşlıktaki Gus Van Sant'ın Kurt Cobain'in son günlerini anlattığı Last Days'ini sevmiştim. O yüzden çok üstüne gitmeyeceğim ama tatmin olmuş çıkmadım.

Dün de Valhalla Rising. Işte festival filmi. Uzun, az diyaloglu, zor sahneli, anlaşılmaz. Bi bok anlamasam da bazen özlüyorum bu tür filmleri. Bir psikopatın tahminen MS 100 veya MS 200 yıllarında Ingiltere'den başlayan öyküsü. Enteresandı ama filmde o kadar çok symbolism vardı ki (ve ben neyi sembolize ettiklerini bilmiyodum) bir bok anlamadım. Ona da internetten bakmam lazım. Filmi anlamayacağımı daha en başında anlamıştım, o yüzden anlamaya çok da kasmadım ve keyif aldım. Google yapar neymiş anlarım, merak edene anlatırım.

Bu akşam Dinamo Bükreş maçından dolayı ara veriyorum yine, bundan sonra 6 film daha var. Özellikle de Haneke'nin Beyaz Bant'ını hevesle bekliyorum. Haftaya yine boşaltırım kafamı. Ama bu filmekimi'ni seviyorum be gülüm, If'ten ve Uluslararası Film Festivali'nden daha fazla.

20 Ekim 2009

Nükleer Savaşta Hayatta Kalmanın 11 Yolu


Kıçımdan atmıyorum, geçen hafta itibariyle Beyoğlu Hükümet Konağında gördüğüm bilgileri, hepinizin iyiliği için buraya koyuyorum.

Ellerinizi iyi yıkayın, ailenizin yanından ayrılmayın, serpintiden korunun (sağ en alt kare), un-şeker depolayıp sığınaklarda kilo alın vs...

Hala soğuk savaştan korkan ülkem benim... Minik paranoyağım...

15 Ekim 2009

Protect and Survive


Bugün ekşın günü işte. Geldi çattı Blogactionday. Kendimi iklim değişikliği/climate change konusuyla ışıkların altına bırakıyorum Nobel Barış Ödülü kazanmış Barack Obama edasıyla:

Aslında sıkıntılar, dertler, dünyadaki ve Türkiye'deki bokluklar hakkında konuşmak o kadar kolay ki hem anlamsız hem de farklı bir şeyler demesi çok zor. Hele de buraya yazdığım satırların dünyada minnacık bir değişiklik yapmayacağını bilmek.

Ama bu climate change olayının bir farkı var sanki. Fakirlik, eğitim eşitsizliği, kadın-erkek eşitliği, politik yozlaşma, suç oranları... Bunlar çok ciddi, günlük hayatı birebir etkileyen, yüzümüze tokat gibi vurulan utançlar. Ama climate change, yaşadığımız dünyayı kucağa oturtmamız. Yani gün gelip güneş gelmeyince bir gün; veya kış gelip soğuk gelmeyince; sabah olup yemek gelmeyince; bahar olup nehirler dolmadığı gün, herşeye yan bastığımız gündür. O gün ister dükkan yağmalayın, ister dolara yatırım yapın, ister dua edin ister intihar. Çok Amerikan bir deyişle, "it is the end of the world as we know it", yaptığınla kalırsın.

Işin üzücü yanı, bindiğimiz dalı bile bile kesmek için kasmamız. Açgözlülükle, doyumsuzlukla, durmadan daha fazlasını istemekle, herkese 3 çocuk doğurun demekle bir yandan da diğer canlılardan yaşam çalıyoruz.

Peki ne yapabiliriz? Bu satırları yazdım da ben üstümden günahı mı attım? Yok öyle bir şey. Ama kişisel olarak bakkallarda, marketlerde torba kullanmıyorum. Minimum elektrik harcamaya, yapabileceğim zaman toplu taşıma kullanmaya ve yapabildiğim zaman bu konularda duyarlı bir insan olduğumu belirtmeye çalışıyorum. Ben benim, kimsenin sikinde olmayabilirim. Ama herkes kendince birazcık bir şey yapsa, damlaya damlaya göl olur hesabı, bir şeyler değişir belki. Tabi ki her düşüncem bu kadar umut dolu ve naif değil, ama eninde sonunda herkesin ve her hükümetin bu duyarlılığa sike sike ulaşacağını düşünüyorum. Ne de olsa yaşam, aslında elimizde olan tek gerçek şey ve onu da bu dünya üzerinde yaşıyoruz.

Kısacası; protect and survive!

14 Ekim 2009

Hatıralar Sarmış 4-1 Yanımı

Her ne kadar başlık skor yazarlığı koksa da, aslen, bu aralar kendimi nasıl nostalji sosuna banılmış elma dilimi patates gibi hissettiğimi yazacağım. Elma dilimi patates, çünkü dizimdeki kas yırtığından spor yapamıyorum. Ama asıl olay nostalji sosu.

Bir kaç anı... Yuvada kıyafet balosu için palyaço olucam. Annem elbiseyi aldı, pinpon topunu (ve o sırada elini de) kesti ve kırmızı ojeye boyayıp burun yapmıştı bana. Ertesi gün yuvada, herkesin Superman ve Spiderman kostümleri ile geldiğini görünce, ben de bir köşede bütün gün somurtmuştum. Bir sonraki kıyafet balosunda annem, bu sefer bana ne olmak istediğimi sordu. 3-4 yaşındaki veletlerin verdiği fiks cevapları bekleyen annem, benim "Uğur Tütüneker olmak istiyorum" cevabımla sarsılmış tabi. Galatasaray forması, şortu, sarı kırmızı bir top ve keçeli kalemle yapılmış bir sakal. O gün ne kadar mutlu olduğumu hala hatırlıyorum.
Sonra çocukluğun anlam gerektirmeyen uğraşlarından biri, kumu kazıp su bulmak. Yuvamızın kumlarının altı siyahtı, biz de petrol bulduk diye sevinirdik.

Anneannemin televizyonu vardı bir de, uzaktan kumanda devri öncesinden. Makineye gidip, ekranın yanındaki 1'den 9'a kadar olan tuşlara basmakla değişirdi kanallar, ama zaten 9 tane kanal yoktu. Bir de "TAK!! TAK!!" diye basılırdı o tuşlara, biraz korkardım itiraf ediyorum.

Sonra Magic Box ve Show TV çıkmıştı, ne büyük olaydı. Pazar sabahları, sabahın köründe çizgi film izlemek için uyanır, bizimkileri uyandırmamak için parmak uclarında içeri gider ve beklerdim. Çizgi filmler geç başlayınca da sinirlenirdim, "bu çocuk haklarına haksızlık" diye.

Tabi bir de sinema. Ilk gittiğim film, Micheal Keaton'ın Batman, Jack Nicholson'ın Joker olduğu ilk Batman filmiydi. Kadıköy Reks'te. Ağzım açık izlediğimi hatırlıyorum. O kadar insan, patlamış mısır ve kola, kocaman bir televizyon ve Batman. Ekranı görmem için altıma konulan paltolar.

Çok küçükken alt komşumuz M. Abla'dan da korkardım. Öğle uykularının değerini bilmediğim o yıllarda, yatağımın parmaklıklarının birini çıkarır ve aradan kaçardım. Ama M. Abla'nın bizde olduğu günler korkumdan odamın kapısından dışarı çıkamaz ve kapının önünde uyuyakalırdım, yerde.

Ilkokulda en içimde kalan şeylerin başında Parliament sinema kulübü geliyor hala. Pazar geceleri 9 veya 930'da başlardı, biz tam yatıyor olurduk o sırada. Babam bana "sen yat ben sana sabah anlatıcam" derdi, ben de "ama anlatmakla olmaz ki, görmem lazım" derdim. Bir de lig maçlarını bizim sınıfta bir kişi izleyebilirdi ancak, o da ertesi gün herkese hava atardı. Ağzımız açık dinlerdik biz de onu. Bir hasta olup okula gitmediğim gün, evde futbol maçı izlediğimi hatırlıyorum. Topu taca atan takımın değil de öbür takımın tacı kullanması çok garibime gitmişti, "onlar atıyor dışarı, niye bunlar kullanıyor" diye merak etmiştim. Sonra bir de hayatımda ilk defa rövaşatayı gördüğümü çok net hatırlıyorum. Herkese inanılmaz bir heyecanla anlatmıştım, "biliyor musunuz adam topu havada dönerek kafasının üstünden vurarak attı, vayy beee".

Suadiye'deki eski evimizi hatırlıyorum bazen. Balkonundan kesintisiz bir ağaç manzarası vardı, çünkü ağaçların uzunluğunu geçen evler yoktu. Dayım siyah saçlı ve bıyıklı haliyle bana sihirbazlık yapardı. Evimizin karşısında da kocaman bir boş arsa vardı, büyüyünce araba kullanmayı burada öğrenicem diye heves ederdim. 15 yaşındayken site yaptılar oraya. Sonra evde doğumgünü kutlamak. Yuvadan arkadaşlarla sandalye kapmaca oynamak. Annelerin vatkaları ve iğrenç saçları. Sıkılınca arkadaşlarla sokakta futbol, yorulunca evde Amiga 500 oynamalar.
Bir de ilkokul 5'teki özel dersler. Sinirli ve otoriter Türkçe hocamızın dersinde, o sıralarda Türkiye'de yeni yeni gösterilmeye başlayan Simpson'ı izlemek için not dolaştırmıştım: "Çabuk olun da dersi erken bitirip Simpson izleyelim" diye. Hoca da yakalamıştı, bana da çok kızmıştı. Yıllarca işlediğim en büyük günah olmuştu o. O zamandan nasıl bir öğrenci olacağım belliymiş. Hayatımda yaptığım en son ödev ortaokul hazırlıktaki ilk gün ödevi oldu zaten.

Hayatım aslında hala güzel ve mutluyum ama çocukluğum da çok güzelmiş. Ilk arabamı dün itibariyle sattım, 13 yıldır gittiğim berberle ilk geldiğim günleri konuştuk pazar günü, zamanında elimden tutup "bak bu mööö" diye hayvanlar alemini ekspres bir şekilde anlatan babamın amcasıyla dün iş toplantısı yapmaya gittim. Bu aralar bana herşey eskileri hatırlatıyor nedense. Bu da işin nostalji sosu işte. Sizinle de paylaşayım dedim.

09 Ekim 2009

Yerli Malı Yurdun Malı Ismet Onu Kullanmalı


Wikipedia'da böyle bir girişin olabileceğine inanmıyordum, bildiğin Hayat Bilgisi kitaplarının copy-paste'i. Biz aslında neler çekmişiz okurken de haberimiz yokmuş, buyrun straight from Wikipedia:
Not: Merak ediyorum, Ismet Inönü yerli malını özendirirken yukarıdakini de kastetmiş miydi?

YERLI MALI HAFTASI

Yerli Malı Haftası,
12-18 Aralık tarihleri arasında Türkiye'de tüm okullarda kutlanan hafta.
II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşması amaçlanmıştır. Bu amaçla zamanın başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929'da yaptığı konuşmayla yerli malı kullanmanın ve tutumlu olmanın öneminden bahsetti. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaktadır. 1983 yılında adı Tutum, yatırım ve Türk malları haftası olarak değiştirilmiştir. Hedefi, yerli mallarının tüketiminin artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi anlatılır. İnsanların parasını, malını eşyalarını, zamanını ve sağlığını gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Tutumluluk hiçbir zaman cimrilik demek değildir. Tutumlu insan eşyasını, malını düzenli ve temiz kullanır. Zamanını boşuna harcamaz. Kendisine ve çevresine yararlı işlerle geçirir gününü. Böylece kötü alışkanlıklardan da kurtulur. Mutlu ve güvenli olur. Yalnızca kendimize ait olanı değil, elektriği, suyu, yiyecekleri, okulda kullanılan eşyaları, bize ait olmayan eşyaları kendimizinmiş gibi özenle korumalıyız. Topluma ve arkadaşlarımıza ait olan eşyalara zarar vermemeliyiz. Tutum ve yatırım, ülkeler için de önemli bir konudur. Çünkü devletler de gelirleriyle giderlerini dengelemek zorundadır. Bir devlet eğer gelir ve giderlerini iyi ayarlarsa; gelir kaynaklarını iyi yatırımlarda kullanırsa kalkınır, zenginleşir ve hiçbir devlete bağımlı kalmaz. Yurdumuz cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu. Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı. 12 Aralığı kapsayan hafta “Tutum Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde temelleri atılan kendi kendine yeter bir toplum olmadaki ilk adım bugün de devam etmektedir. Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Küçükken boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz. Tasarruf yapmak, milli kaynakların işletilmesi, yerli fabrikalar kurulması, paranın dış ülkelere gitmesini önlemek, temel tüketim maddelerini öz kaynaklardan karşılamak, ekonomimizi geliştirmek bu haftanın belli başlı amaçları içindedir. Okullarımızda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır.

07 Ekim 2009

Dilber Hala Style!

Alpaçino Ocakbaşı'dan sonra gördüğüm en iyi mekan; Dilber Hala style!

06 Ekim 2009

Deliye Her Gün Doğumgünü

Pitchfork'ta bir haber gördüm ki sormayın. Gavin Friday (hiç tanımam etmem açıkçası, o da benim ayıbım) doğumgününü kutlamış. Carnegie Hall'da. Arkadaşlarıyla. U2'dan kankaları, Courtney Love, Scarlett Johansson, Lou Reed filan; arkadaş dediysem öyle. (RED) yararına bir gece olaraktan.

Benim de doğumgünüm geliyor yavaştan ama heralde evde kutlarım. Kendi arkadaşlarımla. Bizim ev için fundraiser gibi olur, gelen içki getirir, içilmeyen bize kalır. (EV) yararına. Ama söz, bir gün meşhur olursam bu blogu takip edenleri sahneye çıkarıcam. O yüzden kendinize bir şarkı seçin şimdiden. Ben Ocean Color Scene'den 100 Mile High City'i söylicem.

Not: Aslında videoyu koyacaktım resim yerine ama olmadı, resme tamah etmek durumunda kaldım. Onu da Gavin Friday ile harcamayı aklımdan geçirmedim.

02 Ekim 2009

Isteynbull

Seviyorum seni Istanbul.
Ne Doğu'yu özümsemeni ne Batı'yı yaşayabilmeni, yağan karının anında çamur olmasını, sıcağının nefes aldırmamasını, neden geldiğini anlamadığım oceanliner'larını, yağmurda turkuaza dönen Boğaz'ını, tarihi surlarının otopark duvarı olmasını, hacılarla travestilerinin her gün dipdibe olmasını, hiç bitmeyen Allah Kerim'liğini, güzelliğinle prenses olabilecekken orospu olmayı seçmeni, denize karşı modifiye aracından müzik dinleyen vatandaşlarını, tıpkı bir gökkuşağı gibi olan çocuklarını, yabancıları çekmeni ama hiçbir zaman içine almamanı, hem Doğu'nun krallarını hem de batının backpacker'larını dize getirmeni, bitmeyen trafiğini, sıladayken bile verdiğin özlemi... Cidden seviyorum seni köpoğlu.


3 yıl önce dünyanın en güzel şehirlerden birine gittim bir süre yaşamaya ve bu sırada sana dönmeyeceğime yemin ettim. Ama en çok bu şarkı koydu bana.



Bu şehir rakıyla yaşar
Bu şehir cigarayı çeker
Bu şehir gündüzü yaşar
Bu şehir her geceyi sever

Bu şehrin adamı söver
Bu şehir kadınını döver
Bu şehir kanımızı emer
Bu şehir için ölmeye değer

İstanbul
Elinden öper
Related Posts with Thumbnails