Bu aralar her tarafımı Filmekimi'ne bulamış durumdayım. 9 günlük festivalin 7 gününde, toplam 15 filme gidiyorum. O yüzden şimdiye kadar izlediklerimi buraya yazıp hem paylaşmam hem de kafamı rahatlatmam lazım.
Cuma akşamı Woody Allen'ın son filmi Whatever Works ile başladık. Ki ne başladık. Woody Allen uzmanı değilim, özellikle de eski filmlerini çok bilmem. Ama son yıllarda gönlümü fetheden Match Point ve Vicky Christina Barcelona'dan sonra beklentiler baya yüksekti zaten. Ve galiba bütün beklentileri geçti. Diğer iki filmi de geçti. Hem de Scarlett Johansson olmamasına rağmen. Bir kere çok güldürdü. Uzun zamandır bir filmde bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Bir de ana karakterin ara ara 4. duvarı yıkıp bizimle konuşması ama başkalarının bunu yapamaması, her karakterin ciddi değişimden geçmesi ve sonunda birbirlerinin yeni pozisyonlarına uyumu gibi şeylerle Woody Allen, seyircinin tutunacağı bütün dalları elinden çekiyor ama beklemedikleri dalları da sunuyordu. Bir daha gelse bir daha izlerim, herkese de tavsiye ederim.
Cumartesi gününe Informant ile başladık. Enteresan ve gerçek bir hikaye, efsane bir göt oluş ve yıkılış. Matt Damon'dan normalde haz etmem ama bence kendini aşmıştı bu filmde. Ama film tam olarak "keyifli 2 saat geçirdim ama bi daha da izlemem" filmiydi.
Hemen sonrasındaki Moon da öleydi aslında. David Bowie'nin oğlu yönetince beklentiler de yükseldi ama karşılayamadı işte. Oysa klonlarla, uzayla ne kadar düşündürücü ve vurucu bir film yapabilirdi. Ama yavaş tempo bir uzay macera olmuş film ve vurucu yapılmak istenen yerleri de öyle vurucu olmamıştı. Içimden "ben bu filmi daha iyi yaparım" demediysem neyim... Bir de 2001 Space Odysey gibi bir film ile aynı janrada (bayılıyorum bu kelimenin okunuşuna, genre yerine janra) dolaşmak istiyorsan daha iyisi lazım. Nokta.
Ama cumartesi gündüzünün eh iki filminden sonra akşamı, arayı kapattırdı. Looking For Eric, zaten festivalin de en beklenen filmlerinden biriydi ve bütün beklentileri de karşıladı. Zaten bakıyosun, Ken Loach ve Eric Cantona ikilisinden kötü bir şey çıkmaz diyorsun. Yine de ana karakter Eric'in (Cantona değil ama) performansı da çok iyiydi. Film de güzeldi, böyle quote dolu filmleri seviyorum. Iki Eric odada ot içerken, Eric'in Cantona'ya dönüp "çok içmeye başladın bırak şu meredi" deyip pas vermesi ve "I am not man, I am Cantona" uzun süre muhabbetlerde refere edilecek.
Pazarı Trabzonspor maçı sebebiyatıyla pas geçince pazartesiye gelmiş bulunduk. Eden is West, bir Costa Gavras filmi. Bir kaçak mültecinin Yunanistan'dan Paris'e yolculuğu. Mülteci Elias kadar, yoldaki insanların portresi de çok etkileyiciydi, hatta bence film tamamen bir portre filmiydi. Bir bakıma Robert Frank'in The Americans'da yaptığı yolculuğu hatırlattı bana, biraz daha karikatürize bir şekilde. Ama o kadar ayakları yere basan film, nasıl sonunda koptu gitti anlamadım. Vaktim olunca biraz bakıcam internetten ona da, hala karışığım filmin sonu hakkında.
Eden is West'ten sonra Cheri vardı. Belki Cheri de Moon'un düştüğü tuzağa düştü benim aklımda. Moon, nasıl 2001 Space Odysey ile aynı ipte cambazlık yaptığı için tutunamadıysa Cheri de Emile Zola'nın çok sevdiğim Nana'sıyla aynı ipteydi. Ve başarısızdı. Michelle Pfeiffer'ın oynadığı karakter Nunu, kitabın o karakteri Nana. Nana'nın yardımcısı Rose, Nunu'nun yardımcısı da Rose. Genç sevgili, hayat kadının hem anne hem sevgili gibi hissetmesi. Bunun çok daha iyisinin kitabını okudum dedim filmde. Ayrıca kötü oyunculuk ve fazla Amerikanlık olunca ciddi sıçtı film gözümden. Geç.
Salı, yine çok beklediğimiz bir film olan Capitalism: A Love Story ile başladı. Michael Moore, gittikçe inanılırlığını yitiriyor, hem benim hem de konuştuğum herkesin gözünde. Evet Bush ve cumhuriyetçileri seven çok yok kendilerinden başka, ama filmin özellikle Obama öncesi dönemi neredeyse tamamen duygu sömürüsüydü. Olaylar mizansen gibiydi. Tamam Michael Moore, taaaa RATM'nin Sleep Now in the Fire klibini yönettiğinden beri taraftı zaten. Ama taraf olmakla subjektif olmak arasındaki çizgiyi geçiyor yavaştan. Bir de Naomi Klein'ın Shock Doctrine'indeki herşeye inanmadıysam, bu filmde de hemen hemen aynı noktalara inanmadım. Zaten söylemleri de çok benzer ve herşey anlattıkları gibi gelmiyor. Ama burada uzun uzun onu konuşacak değilim.Sonra Bright Star. Yine olmamış bir film sana. Şair John Keats'ın biyografik öyküsü. Belki de o kadar şiir bilmediğimden, karakterin kendisiyle çok alakalı olmadığımdan beni çok çekmedi, çok ağır girmicem o yüzden. Iki şey böyle düşünmeye itti beni. Yanımızda bir sürü insan ağladı ama K. da ben de hiç duygulanmadık bile. Bir de aynı yavaşlıktaki Gus Van Sant'ın Kurt Cobain'in son günlerini anlattığı Last Days'ini sevmiştim. O yüzden çok üstüne gitmeyeceğim ama tatmin olmuş çıkmadım.
Dün de Valhalla Rising. Işte festival filmi. Uzun, az diyaloglu, zor sahneli, anlaşılmaz. Bi bok anlamasam da bazen özlüyorum bu tür filmleri. Bir psikopatın tahminen MS 100 veya MS 200 yıllarında Ingiltere'den başlayan öyküsü. Enteresandı ama filmde o kadar çok symbolism vardı ki (ve ben neyi sembolize ettiklerini bilmiyodum) bir bok anlamadım. Ona da internetten bakmam lazım. Filmi anlamayacağımı daha en başında anlamıştım, o yüzden anlamaya çok da kasmadım ve keyif aldım. Google yapar neymiş anlarım, merak edene anlatırım.
Bu akşam Dinamo Bükreş maçından dolayı ara veriyorum yine, bundan sonra 6 film daha var. Özellikle de Haneke'nin Beyaz Bant'ını hevesle bekliyorum. Haftaya yine boşaltırım kafamı. Ama bu filmekimi'ni seviyorum be gülüm, If'ten ve Uluslararası Film Festivali'nden daha fazla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder