30 Aralık 2009

Oh Yes 2009

Kuvvetle muhtemel bu sene başka bir şey yazmayız arrrtık. Bu akşam, yarın fln bloga girip bir şeylere kafa yorup sizinle paylaşmam, paylaşsam da siz okumazsınız, ben de olsam ben de okumam.

Kısacası herkese kocagötlü yıllar diliyorum. 2009'dan gına gelmişti, 31 Aralık gecesi geceyarısında bir anda herşey iyiye doğru değişecekmiş gibi inceden naif bir inanış içindeyim. Dualarımda sizler de varsınız gençler.

29 Aralık 2009

Helva

Müzik dinlemeye yeni başladığım yıllarda bende emeği çok geçmiş bir kasetçalarım vardı. Yavaş çalardı ama çok başka bi yerde müzik dinleyemediğim için, yavaşlığını farketmezdim. Ama annemin teyzesine gittiğimizi hatırlıyorum bir gün, kasetlerim de yanımdaydı. Bütün gün onları normal hızda dinlemiş, odanın ortasındaki masanın etrafında dönüp durmuştum, deli gibi.

Bu akşam o masanın olduğu yerde annemin teyzesi yatıyordu. Bugün vefat etti, 10 yıllık alzheimer periyodundan sonra. "Kurtuldu" tabi. Yarınki cenazesinden önce, masanın olduğu yere yatırmışlar usülüne göre, üstünü kapamışlar, bir de bıçak koymuşlar. Hayatımda ilk defa ölü gördüm ben de.

Bi anneannem ağladı biraz, bi de onun kardeşini kaybettiğini düşünürken kardeşimin omzuna kol atan ben. Toprağı bol olsun. Helvası kadar güzel bir insandı rahmetli. Onu düşünürken aklıma geldi, Allah gecinden versin, bir gün öldüğümde helvamın süper olduğunu bilmek isterim.

21 Aralık 2009

2009'ün En iyi 3 Albümü

Neyse ki 2009, bu onyılın son yılı oldu da müzik yazarları onyıllık listeler yaptılar. Yoksa 2009, tek başına o kadar silik ve ezik bir yılmış ki blogunuzun yazarcanı ben, listeye koyacak sadece 3 albüm buldum. Yok, 4. bir albüm resmen bulamadım şöyle keyifle dinlediğim. Muhtemelen çıkar bir şeyler ama henüz bulamadım. 2008 ne kadar iyiymiş, 2009 feci keleğe gelmiş. Yani 2008 desen Radiohead var, Kings of Leon var, Fleet Foxes var, var oğlu var.

Neyse bari 2009'un 3 öne çıkan albümünü yazalım, onlara ayıp olmasın.

3 Numero: Aslında Humbug, bu blogun daha önce de yazı konusu olmuştu. Alex Turner ve arkadaşları, bambaşka bir grup olarak karşımıza çıkmışlar. Eh bu kadar hızlı değişim, her zaman sevenlerini mutlu etmez ama zaman geçtikçe, kafasını anladıkça daha fazla keyif alınıyor albümden. Tekrar uzun uzun yazmadan, sizleri içeriye alalım, okuyun gelin.

2 Numero: Red Hot Chili Peppers, yaptıkları aslında güzel müziği, enteresan tripleri ile bulandıran bir gruptu bir süredir. Inceden de bayıyorlardı. Ama John Frusciante, neyse ki çok fazla onlara takılmıyor müzikal olarak. Hatta artık hiç takılmıyor. Daha önce Sphere in the Heart of Silence albümüyle, kendisinin tek tabanca takıldığı sulara açılmıştım ve baya beğenmiştim. Bu sene "The Empyrean" albümüyle, gerçekten mükemmel şeyler yaptığını bir kez daha tescillemiş oldu. Grupiçi çekişmeler, yönetici kafalı prodüktörler, dağıtıcı şirket baskısı olmadan, tamamen çiğ halde bir müziğin ne kadar etkileyici ve içten olabileceğini tokat gibi kanıtıdır "The Empyrean". Her yerde, her an tavsiye edilir.

Numero Uno: Eğer kıçımı kaldırıp son onyılın en iyi albümleri listesi yapsaydım da tepelerde bir yerde olacak bir albüm "Tonight". Aynen Franz Ferdinand'ın da, yıllar sonra bu silik zamanlardan hatırlayacağımız nadir şahanelerden olduğunu düşündüğüm gibi. Grup, ilk iki albümünün dans etme ve cilveleşme tadından, daha elektronik ama aynı zamanda daha seksi bir moda geçmiş. Bize de çok uyar. Içinde hakkaten boş şarkı yok, her sabah kahvaltı sonrası bir kür alınması gerek güzel bir gün için. Yılın açık ara en iyi albümü (ve belki de güzel bir yılbaşı hediyesi)

Tabi bir de Them Crooked Vultures ve Grizzly Bear'ın Veckatimest'i var. Kendilerini daha yeteri kadar özümseyemediğim için listeye koymadım ama hatırlanası şeyler bunlar da. Onlara da mansiyon ödülü takdim etmek için Charlize Theron'u sahneye davet ediyorum.

17 Aralık 2009

2009 Çürük Çıktı

Dönüp bakıyorum 2009'a da, benim ve tanıdığım herkes adına uzun bir sürenin en boktan, en unutulası yılı oldu. O yüzden şu ay bitsin de 2010'a girelim diye hevesle bekliyorum. Derler ya nasıl başlarsan öyle gider diye; hakkaten öyle oldu. Çok sevdiğim arkadaşlarımla girdim 2009'a ama hiç birimizin beklediği kadar eğlenmedik yılbaşında. Hatta en büyük aktivite olarak Victoria's Secret defilesi izledik. O yüzden bu sene, tabiri caizse eğlencenin dibine vurmayı amaçlıyoruz. Işimizi de şansa bırakmamak ve "bu sene napsak, siz napıcaksınız" diye etrafa sormamak için evde parti veriyoruz. Net, sorusuz, alternatifsiz. Keyfin her türlüsünün vuku bulacağı bir gece olacak.

Bakıyorum da 2009'u açıklayan bir tek kelime sorsalar kriz derdim heralde. Yani kriz, öyle bir hepimizin hayatını kapladı ki. "Abi işler durgun", "canlar sıkkın" klasik günlük kalıplar olmaya başladı. Galatasaray, bombok bir geçen sezon geçirdi. Ferrari nal topladı. Franz Ferdinand belki mükemmel albümleri ile yüzümü güldürdü ama onun dışında müzikte de çok bir şey görmedik. Gaga hatun sevenler benle aynı fikirde diildir ama what the hell. PES 2009 da kötüydü zaten, 2010 çok daha iyi.

Deseler ki bu seneyi iki kelime ile açıkla, o zaman da kriz-twitter derdim heralde. O da hayatımıza kafadan giriş yaptı maşallah. Gazeteler twitter haberleri ile doldu taşıyor. Bir önceki sene de facebook coşturmuş gidiyodu, bakalım seneye ne çıkacak. Dizilerden Flash Forward, Ezel çıktı. Aşk-ı Memnu cıvıdı, yarı pornoya döndü.

Var ya elim daha 2009 hakkında yazmaya gitmiyo, o kadar keyifsiz bir yıl olmuş. Ama 2010 için içimde acayip bi heyecan var, coşucak coşturacak bence. Zaten yaklaştıkça iyi şeyler oluyor. Resmen 3lü çektirecek 2010 sanki, şimdi tribünlere geliyor yavaştan "oooooo" sesleri arasında. Hayırlısı.

16 Aralık 2009

Twitter of the Year

2009'un son 100 metresine dış kulvardan atak yapıyoruz ve Twitter'da, ailenizin blogger'ı RD'nin takip ettiği insanlar arasında diyelim en azından, yılın bombalarını seçiyoruz.

En iyi Yabancı Ünlü: Şuradan başlayalım, takip ettiğim Türkler, yabancılardan çok daha iyi tweetliyor. Ama Juan Pablo Montoya ve Lance Armstrong'un babalıkları, Jenna Jameson'ın analıkları hoşuma gidiyor. Murat Kosova gibi haykırmak istiyorum; "işte Twitter bu!!". Sonuçta ünlü ve başka bir kafa yapısında sandığın insanların, senin benim gibi olduklarını gösterdikleri bir arena Twitter. Yine de galiba ödülü Shaq'e vericem. "Yo mama is" serisiyle sırf beni değil, anladığım kadarınca listemdeki diğer takipçilerini de kırıp geçiriyor. Bazı günler oturup arka arkaya patlatıyor, o zamanlar Ezel'den bile çok yorum geliyor hakkında. Hem emeklilik de ufukta, bir ödül de bizden olsun.

En iyi Yerli Ünlü: Dediğim gibi, burada büyük rekabet var. Erdil Yaşaroğlu, Selçuk Erdem, Kaan Sezyum, Kanat Atkaya, Banu Yelkovan gibi adaylarımız mevcut burada. Ama galiba büyük ödül, müzik yazıları, komik dili, bol tweetleri ile Mehmet Tez'e gidiyor. Moda sahillerinden, kafa güzel tweetlere devam. (Kendisi bu post yazılırken Twitter'ın en'leri listesini yayınladı hatta)

En kötü Yabancı Ünlü: Işte kötü örnek kişilik: Cristiano Ronaldo. Futbolu bir yana bırakıyorum, kişilik olarak sevenine rastlamadım daha. Parçaladığı arabaları, kırolukları, fecahat oynadığı Clear For Men reklamı, aynalara hastalığı ve son olarak başarısız tweetleri ile uzak durulması gereken bir kişi. "Takımım iyi oynadı, onları tebrik ediyorum" gibi saçmalıklar sık görülen meziyetlerinden.

En kötü Yerli Ünlü: Neymiş, yakışıklı olmak Twitter'da geçmiyormuş. Her ne kadar gerçek olup olmadığını bilemesek de Kıvanç Tatlıtuğ, bu yeni internet sitesini bir türlü tam olarak kavrayamadığını gösterdi bizlere. Her ona mesaj gönderene reply olarak değil de uluorta cevap vermesi, ona gelen her tavsiyeyi retweetlemesi ve "yarın salı" gibi inanılmaz gözlemleri ile gönülleri çalmaya devam ediyordu. "Yarın salı" ile Kaan Sezyum'un da diline pelesenk olmuştu bi ara, neyse. Ama maalesef kendisi galiba account'unu kapatıp sevenlerini üzdü.

En nefret edilen Twitter: Yerli malı Cristiano Ronaldo olacaksan, bari kaslarını ve oynunu da al, en azından azcık pozitiflik katarsın bünyeye. Colin Kazım Richards efendi, 8taş esprileri ile ağır küfür (ve maçta da kırmızı kart) yemişti. Zaten kazaları, seks partileri ve bahis skandalları ile hayatını yaşayan biri, çıkıp Twitter'da gönül kazanmaya uğraşmaz heralde.

En Muhabbet Ekip: Birine reply yapan insanların ikisini de follow ediyorsanız, aralarındaki mesajlaşmaları da görüyor oluyorsunuz. Ama eğer biri ile kanka 3-5 kişiyi birden follow ediyorsanız, mecburi bir voyeur durumuna geçiyorsunuz. Sanki bir virüs yüzünden başkasının chat ekranına girmiş gibi oluyorsun. Banuka, Katkaya, Burcues, Mehmettez gibi. Izledikleri digitürk kanalları, Kanat'ın Banu'ya gazetenin verdiği Cars yapıştırmalarını haber vermesi ve film-müzik muhabbetleri ilk akla gelenler. O kadar içlerine girdik ki ister istemez, bazen evdeyken DVD izlemek için çağırasım geliyor gençleri.

En sıkıcı Twitter: Bu siteye üye olmanın mantığı, o kutuya 140 karakter girip enteresan birşeyler yazmak en basit haliyle. Birilerinin bunu Thierry Henry'e anlatması lazım. Sevilen bir oyuncu olmakla nefret edilmek arasında gidip gelen Barça'nın Fransız'ı, tweetlerinin sıkıcılığı konusunda istikrarı yakalamış bulunuyor.

En komik Twitter: 21 sezondur hep isteyip de yaşayamadığımız bir hayatın temsili O. Bira sevgisiyle aile sevgisinin denge noktası O. Hiçbirşey anlamadan hayatın devam edebileceğinin göstergesi O. O, Homer J. Simpson.
Twitter'a üye misiniz? Yorum kısmına geçin, @herkimseniz yazın, favori twitter'larınızı ekleyin, yapılacak çekilişte şanslı kişiyseniz, bir sevdiğiniz ile yılbaşındaki ev partimize davetiye kazanın. Acele edin!

11 Aralık 2009

Explore, Just Protect Yourself

Bu iki posteri TBWA Paris yapmış, AIDeS için. Cannes'da (film değil reklam) da ödülü kapmışlar. Hangisi daha iyi bilemedim ama baya bombalar. Galiba kız olan versiyonu daha çok sevdim. Kaplumbağa, ahtapot, denizanası "baş"ları bana Lombak'ı hatırlattı. Dün Bosch'tan bahsetmiştik, bu da onun daha basit ve sapık versiyonu işte.

Ama hakkını vermek için büyük versiyonlarını incelemeniz lazım. Ben mesela balinaları sonradan gördüm.

10 Aralık 2009

Scrambled Me

Piercing sevmem ama güzel dövmeyi, iki elim kanda da olsa takdir ederim. Ama bir dövmem yok. Hayatım boyunca sıkılmayacağım bir motif bulamadım daha, yoksa aslında yaptırmak da istiyorum.

Ama dün herifin tekinin kolunda Mondrian'ın "Composition II in Red, Blue and Yellow"unu gördüm (bknz yukarıdaki). Dövme için baya alternatif bir fikir aslında, ciddi hoşuma gitti. Ben de sırtıma Bosch'un "Triptych"ini mi yaptırsam diyorum (bknz aşağıdaki, üstüne basıp şekilleri inceleyin teker teker). Ama ciddi zaman, para, acı gerektiriyor. Sonunda da bombok bir şey çıkabilir ortaya. Ama Bosch'un, bambaşka bir paralelden geri dönemediğine inanıyorum ciddi anlamda. Böyle bir tablo, olmaz olsun.

Bu arada itiraf ediyorum, Mondrian'ın tablosunu biliyordum ama adını unutmuştum. Google'a "square art red yellow" yazdım, çıktı. Hayatı nasıl kolaylaştıracaklarını biliyorlar valla, biz de fırsattan istifa daha az hatırlayıp daha salaklaşma lüksümüzü kullanıyoruz.

08 Aralık 2009

Twitter Kafası

Okurcan,

Ne yalan söliim üşeniyorum bazen bloga yazmaya. Twitter daha kolayıma geliyor. 140 karakter ile neler anlatabiliyor olmanın çekiciliği var kesin. Ama aslen üşengeçlik. Öyle de kötü bir şey ki bu aslında, yazmaya değil düşünmeye bile üşeniyorum bazen. Short Attention Span Disease hastasıyız zaten toptan, o yüzden twitter bu kadar tutuyor. Film yerine dizi, kitap yerine dergi, blog yerine twitter. Veya fotoğrafçılıkta analog yerine dijital. Sabırsız ve hızlı değişen dünyada, değişmeyen şeylere, hızlı evrilmeyene kılız artık. O yüzden bu bloga da öyle hemen girip bir şeyler yazamıyorum.

Bari yazmayı aklımdan geçirdiklerimi nakşedeyim buraya da, sizin de tercihiniz olursa söylersiniz. Ben de bir bakıma yazmaya zorunlu hissederim kendimi. Efenim, bir kere, 2009 sonu listeleri yapmak lazım, hatta 2000'ler kafasına girmek lazım. Ama 10 yılı yazmaya -bildiniz- üşeniyorum. Sporcuların ya apolitik ya da mal oluşundan dem vurmak istiyorum bir ara. Başka bir ara, hani şu kızlarda 9 kusurlu hareketin, erkekler versiyonunu yazmak istiyorum, bayan okuyucularımız da onaylar veya onaylamaz bu özeleştiriyi. Daha çok liste yapabilirim, "High Fidelity" kafası. "En iyi 5 self-titled debut", "En kötü 2. albüm sendromları", "En iyi/kötü 5 twitter'cı celebrity" vs vs...

Sen ne diyosun okurcan, napsak?

03 Aralık 2009

Anti-Ad #1: LeiCanon


Üstüne basınca büyüyor, basınız görünüz. El emeği göz nuru ilk photoshop çalışmam.

Anti-Ad ve Homemade Mischief

Sonunda kıçımı kaldırmamı siz okurcanlarımla paylaşıyorum. Ne kadardır aklımdaki proje fikrimi bu akşam başlatmış bulunuyorum.

Fikir: Bir anti-ad kampanyası. Yani reklam fotoğrafları ama tam olarak official bir reklam değiller aslında. Biliyorum daha önce yapılmış bir fikir, yani bu genre var, ben de kendimce eklentiler yapayım dedim.

Fikirleri yumak gibi biriktirdikten sonra, bu akşam birincisini çektim. Çok yakında sizinle de paylaşacağım zaten. Fikirlerinizi bekliyorum. Prop'larını ve mekanını bu akşam ayarladığım diğer anti-ad'ler de yakında gelecek. Bunları da Homemade Mischief tag'i altında bulacaksınız.

Üstümden üşengeçliğimi atmanın ve ortaya fena olmayan bir şey çıkarmanın mutluluğu içindeyim (aslında işten geldiğimden beri duş aldım, yemek yedim, FlashForward'ın yeni bölümünü izledim, projenin fotoğraflarını çektim, ofiste bir şey unuttum diye ofise gideyim dedim ama sonra yüzmeye gidip yarım saat yüzdüm öyle ofise gittim, eve geldim çektiklerimin photoshop'unu yaptım ve hala uykum yok).

Hallelujah!

30 Kasım 2009

Amsterdamische

Adam olacak bebe, bokundan bellidir derler ya. Adam olmayacak seyahat de daha gitmeden belli olur. Insan, Amsterdam'a gitmeden önceki gün hastalanır mı? Işte, bahtsızsa hastalanır. Sonra ateşler arasında gelen doktor'un ısrarlarına karşı, son dakikada bavul hazırlanır ve gidilir yine de. Napıcam ki, bütün bayram evde ateşli mi oturucam, DVD fln mı takılıcam. Hele de bütün otel-uçak vs masrafları ödenmişken...

Hasta psikolojisinden çıkıp bavul kafasına girdik, atladık havaalanına gittik, yine ateşim çıktı. K. ise benim ateş düşürücüleri evde unutmuş. Havaalanı lounge'unda yan basma durumları. Adımın anons edilmesini de barındıran bir kaç aksiyondan sonra bunu da hallettik. Bu sefer de rötarlarla başladık. Önce 1 saat, sonra 1 saat daha. Bari 2 saat daha erteleselerdi de ManU-BJK maçını izleseydik. Buradan Beşiktaşlılar'ı da tebrik ederiz. Uçaktan inip haberi twitter'dan alınca inanamadım (twitter'dan al haberi sekansları)

Ilk iki gün genelde oteldeydik, bir inip bir çıkan ateşimden dolayı. Yine de bir coffeeshop olayı yaşadık tabi ki. Sonraki iki gün de ben iyileşip K.'nın ateşi çıkınca Amsterdam'ı elde var sıfır ile tamamlamış olduk. Bi bok anlamadık. Tek bir kare fotoğraf bile çekmedik. Biletleri bir gün öne alıp evimizde pineklemek ve son dakikadaki havaalanı alışverişi, belki de Amsterdam seyahatinin en iyi tarafıydı. Kimin gözü kaldıysa, kör kaşıkla peşindeyim, haberi olsun.

Ama dönüp bakıyorum da, Amsterdam, o kadar da abartılmaması gereken bir yer. Özellikle de kendi evinde yaşayanlar için. Eğer kendi mekanında istediğin an bir meclis toplayıp kuru/sulu takılabiliyosan ve sevgilinle yaşayıp özgürce seks yapabiliyosan, oralara gitmenin en ufak bir anlamı kalmıyor. Ama sevgilinle beraber kalamıyosan, constant bir aile baskı ile potansiyel keyiflerden mahrumsan, o zaman tamam, Amsterdam senin mekanın.

Ama biz oradayken bir sonraki destinasyonlarımız hakkında bile düşündük. Barselona, Stockholm ve Köln arkadaş kontenjanından girdi listemize, bir de Berlin olabilir diye düşündük. Bi de para ve zaman biriktirinceki hedeflerimiz var: Kilimanjaro Dağı, Güney Kutbu, Uzak Doğu'da island-hopping. Hemen zaman ilerlesin de bunları yapalım diyoruz. Net!

24 Kasım 2009

Flash Forward Kafası

Dizilere karşı ciddi bir direncim vardı yakın zamana kadar. Sit-com dışında bir tek Asmalı Konak'ı izlemişliğim vardır mahalle baskısıyla ama hoşuma gitmişti. Onun dışında The Coupling izlemişliğim var ama o da hafta hafta diil, arasıra açıp internetten izlemek. Yani takip etmek diil, arasıra göz gezdirmek denir ama severim baya. Bir de 1 Kadın 1 Erkek var. Onlar da iyi patladı ha, Turkcell sponsor olmuş. Neyse.

Yine de herkesin çılgıncana izlediği yabancı dizilerin hiçbirini izlememekle övünürüm. Lost, Desperate, Prison Break, Friends fln hiçbirini tek bir bölüm izlemedim. Çünkü ben, obsesif bir kişiliğim. Sevdim mi kitlenir, ona adanırım bi anda. Big Lebowski'yi en az 20 kere izlemişliğim vardır mesela.

Ama ikinci kere mahalle baskısına boyun eğdim ve Flash Forward'a başladım gençler. Iyi yerden başladım çünkü zaten 9 bölümü var. Izledim hepsini bir gecede ve bitti. Içim rahat, obsesif olamam istesem de. Ama şerefsizler, acayip bitiriyorlar bölümleri. Öyle Aşk-ı Memnu gibi değil, ciddi merak uyandırıyor ve öbür bölüme transit geçiş yaptırıyor. Eminim bu herifler, dizinin kendisini düşündükleri kadar bölümlerin son anını düşünüyorlardır.

Bir de bu Flash Forward fikri bana çok orjinal gelmedi. Daha ilk bölümde K.'ya "leyn bu Oedipus" dedim direkt. Mantık aynı, insanlar geleceği öğreniyorlar ve bunu değiştirmek istiyorlar. Biri bayılıp vision görüyor, öbürü zahmet edip Oracle'a gidiyor. Sonra da geleceğini beğenmeyenler bunu değiştirmek için kıçlarını yırtıyorlar. Sonunda nolacak bilmiyorum dizinin ama vision'lar gerçekleşirse tam bir Oedipus olacak bence.

Bir de Facebook'ta Agent Noh ölmesin fanpage yapmak istiyorum. Kafa herif ya, esas oğlandan bir adım önde kendisi.

Bu arada, bayramınızı şimdiden kutluyorum. Neden mi? Bayramda kepenk kapatıyoruz, kapsama alanı dışına çıkıyoruz. Dönüşte hatırladıklarımı yazarım. Eminim enteresan şeyler çıkacak. Ellerinizden öperim okurcanlar.

20 Kasım 2009

Resimlerle Bozcaada

Çanakkale'de iş yapıp Bozcaada'da kalmak, hele de kış civarıysa baya keyifli oluyor. Insan foto makinesi olmadığı için üzülüyor, cep telefonuyla olayın hakkını veremiyosun. Napalım!





17 Kasım 2009

Kanka Baskısı

Özellikle şu yasaklar geldiğinden beri sigara içmek daha bi "out" sanki. Eskiden sigara içenler daha havalı, daha asi, daha seksiydi ya, şimdi tam tersi gibi geliyor bana. O kadar çabuk alıştım yasaklara, bir yemekte masada veya kapalı bir yerde tüttürenler direkt dikkatimi çekiyor, negatif anlamda. Zaten çevremdeki en tiryaki içiciler bıraktı, ileride o peer pressure da kalkarsa yeni, körpe nesillerde de sigara içen pek kalmaz heralde.

Zaten kiminle konuşsam, "şuna yazmak için", "arkadaşlar içiyodu diye", "abi asi gibiydik o zamanlar" diyor sigaraya başlama nedeni olarak. Hiç bir zaman sigara içmedim, eksikliğini de hissetmedim. Ama 26'ımda peer pressure'dan dolayı başka bir kötü alışkanlık ediniyorum: PES.

Bebe çağında bilgisayara erişimi olan ilk jenerasyonun mensubu olaraktan, her zaman araba yarışlarını çok sevmişimdir. Ama Türkiye gerçeği, herkes de futbol oynu oynar. Kimse araba yarışı oynamaz, benimle oynama hatasını yapan 1-2 kişi de 2 yarış sonra cayar. Neyse işte, yıllardır arkadaşlarla toplanır, testesteron yüklü gecelerde PES turnuvası yaparız. Yazarınız RD, bu turnuvalara fasulye kontenjanından eklenir, her ne kadar kendini geliştirse de bir üst kademeye geçemezdi.

Şimdi PES 2010 çıktı, daha yeni. Ben de çıkar çıkmaz aldım, hırs yaptım "a.k bu sefer yapacam" diye. Galiba da yapıyorum yavaş yavaş, hızla adapte olup yıllarca tokat yediğim adamları tokatlamaya başladım. Tam bir video oyunu Rocky'si oldum! Acı yok Italian Stallion!
Ama baymıyor da değilim. Hem PES'ten hem de bilgisayar oyunlarından bayıyorum biraz açıkçası, üstümde peer pressure olmasa hiç oynamam hatta. Al sana nurtopu gibi bir itiraf. Ama bir itirafım daha var. Mart 2010'da Gran Turismo 5 çıkacak. Bak onu şimdiden deli bir hevesle bekliyorum. O sıralar blog yazamayabilirim aklınızda bulunsun.

Vespa Transformers

Eğer bu insan, oğlunun "babaaaa bana transformers al" ısrarlarına dayanamayıp bunu yaptıysa çok cool'dur. Ama görünce aklımdan şu geçti: "Just you wish!"

12 Kasım 2009

3 Post 1 Arada

Arabacıbokye

Arabacıbokye veya enivicivoke. Hepsi aynı. 80lerin ilk yarısında doğan jenerasyonun ultimate toplumsal algı hatası. Hippie'ler için de Hendrix'in "excuse me while I kiss the sky" dizelerini "while I kiss this guy" diye algılaması var önemli toplumsal algı hataları arasında. Bir de websitesi var kissthisguy diye, yanlış anlaşılan şarkı sözleri derlemesi. Demem odur ki, algı müthiş bir şey. Herhangi bir şeyin ne olduğu değil nasıl algılandığıdır önemli olan. Ve benim algım feci çalımlar atıyor bana bu aralar. Haftasonu yaptığım Facebook olayını hatırlatırım tekrar. Yeni bir bomba ile yine karşınızdayım.

Bayramda K. ile Amsterdam'a gidiyoruz (oyecomova, postun ileri satırlarında dem vurucam burdan). Otel ayarladık falan fistan derken, internette bir sitede otelimiz hakkındaki açıklama yazısındaki cümle kafama takıldı: "Amsterdam'ın merkezinde kalın ve geniş odanızda rahatlayın". Oha dedim, kalın ve geniş oda. Girin rahatlayın. Vay anasına dedim, red light mantalitesi hotelleri bile sarmış. Peki gerçek ne? Amsterdam'ın merkezinde kalın (yani kalmak fiilinden türetilmiş olan kelime) ve geniş odanızda rahatlayın. Böylece penisin, üremek dışında düşünme yeteneğine de sahip olduğunu tescillemiş bulunuyoruz.
Toptan Işınlanmayı Keşfettik

Dediğim gibi, bayramda Amsterdam'a gidiyoruz K. ile. Iki uçak bileti, bir oda rezervasyonu var ama sanmayın ki tek başımızayız. Bütün Cihangir ve Asmalımescit, Amsterdam'a ışınlanıyor. Muhtemelen sokaklarda devamlı birilerini görücez, spontan programlar yeşerecek. Dönüşte hatırladığımız kadarınca aktarırız alterno Taksimcilerle yaptığımız enteresan şeyleri. Ne de olsa onlardan biriyiz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Yalnız buradan bir çift lafım da işletme sahiplerine. Bayramda bir haftalığına Amsterdam'dan yer kiralasanız, açsanız bir Babylon Amsterdam, bir Otto Red Light, fena olmaz mı? Piyasa dağılmaz, kıpır canlı gençler kesişlere devam eder, home away from home olur.
Neo-Jöntürkler

Bu alternolar var ya yukarıda bahsettiğim. Bazen acayip şekilde Osmanlı'nın son zamanlarında yurtdışında okumaya gönderilen gençlerle benzetiyorum. Dağılmakta olan bir ülke, Avrupa standartlarında eğitilen ve geri dönüşünde ülkesine alışamayan bir gençlik. Biz ya ayağımıza gelmiş Avrupa standartlarında okullarda ya direkt yurtdışında okuduk ya da halihazırda yurtdışına taşındık bile. Türkiye de (milliyetçilik akımıyla parçalanan Osmanlı gibi) hiç olmadığı kadar kutuplaşıyor bu aralar. Ama pek de umrumuzda değil aslında. Ortamımıza, sanatımıza, müziğimize, içkimize dokunmasınlar da ne bok yerlerse yesinler. Ne de olsa kendi seçimlerimizden çok Obama'yı takip ederiz, PowerTurk'e burun kıvırır ama indie gruplarını kurulduğu an öğreniriz, Yunan polisinin kurşunladığı Alex kardeşimizdir ama Türk polisine karşı boynumuz kıldan incedir. Gece rüyamızda dünyayı kurtarıp, sabaha onun özgüveniyle kalkarız biz. Şehrimin gettosu, turistik ve romantiktir benim için, o yüzden sempati duyarım. Mücadelesini anlayıp sevme hali değil bu. Fotosunu çeker, bloguma yazar, arkadaşlarıma hava atarım. Pulp'tan Common People'ı severim, bağıra bağıra söylerim. Ne de olsa "poor is cool"dur, "you never see your life slide out of view"dur. Sonra emo saçlarımla topladığım ödüllerin ardından direkt teşekkür konuşması çalarım, yalnız ve güzel ülkeme selam ederim. Biz Türk vatandaşıyız ama Türk değiliz ki! Kafa kağıdında Müslüman yazar ama din olgusunu sevmeyiz ki! Kısacası ne olmadığımızı, neye karşı olduğumuzu çok iyi biliriz. Ne olduğumuzu henüz bulamadık ama acelemiz yok, elbet bi ara çıkar ortaya. Seviyorum beni ve bizi.

10 Kasım 2009

Vizyon Kafası

Haftasonu izlemek istediğim iki filme gittim sonunda, biri "This is It" öbürü de "Nefes" idi.

Cumartesi akşamı, Michael Jackson'ın hala ne kadar enerjik, ne kadar istekli, bir yandan da fiziksel olarak kül olmuş ama yeniden doğmak isteyen biri olduğunu gördüm. Bence This is It'i hakkaten çok enteresan yapan şey, çukulata renkli sanatçıyı koyduğu perspektif. Nedir? Yaptığı müzik ile, ulaşılmazlığı ile, grandoise oluşu ile bir tanrıydı belki de Jackson. Bu yüzden ölümü o kadar beklenmedik ve üzücüydü. Çünkü öldüğünde, o "tanrı" kabuğundan çıkmış ve sıradan bir insan olmuştu. This is It ise, gerçekten yaratıcı, işine aşık bir sanatçının, hayal kuran ve yaratan bir insan safhasından, onu "tanrı" statüsüne ulaştıran end-product'a giderken ki hali. Yani bir şekilde "god-in-progress". Tam da bu yüzden belgesel, oldukça enteresan ve yıllarca hatırlanacak bir noktada duruyor. Bir de 25 Haziranda ölen birinin ardından 4 ay gibi kısa sürede 110 dakikalık bir filmin edit edilmesi ve dünya çapında sinema salonlarına ulaştırılması başlı başına inanılmaz bir olay.

Pazar akşamı da Nefes'e gittim. Uzun zamandır dönen fragmanı beni çok etkilemiş ve ciddi bir merak uyandırmıştı ama filmin konusunun hassasiyetinden dolayı, hakkındaki yazıları okumamayı tercih ettim. Jürinin son kararını başta açıklayayım; bu, galiba izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri. Konu, Türkiye'de çok rahat her yere çekilebilecek, çok hassas ve insanları objektif değerlendirmeden çok kolaylıkla uzaklaştırabilecek bir konu. Ama aynı zamanda o kadar güzel işlenmiş ki hem alttan alta "biz aslında kardeşiz" mesajı veriyor, hem de oradaki savaşı aptal bir konumda bırakmıyor. Yani klasik "savaş çok gereksiz" mesajını tam anlamıyla vermiyor. Bu yüzden de bazıları militarist, bazıları da anti-militarist etiketini yapıştırıyor. Bence çok güzel bir dengede film, iki etikete de ait değil. Hatta savaş filmi değil, asker filmi. Yani insan filmi. Orada niye savaşıldığı, kimin haklı olduğu, politikalar değil de insanların bunları nasıl unuttuğu ve insanlıklarını koruma çabalarını anlatıyor bence film. Özellikle de bu yüzden beğendim. Bunun yanında sinematografik olarak da bayıldım. Çok ciddi bayıldım. Çekimler, yansımalar, aksiyonlar diğer Türk filmlerinin çok üstünde. Elimde olsa, yabancı film Oscar'ına bu filmi aday gösteririm. Son sözüm de bu filmin çakma DVD'sinin çıkmasını bekleyip evde izleyeceklere. Yapmayın! Film, bir ses şöleni değil, ama olay o değil zaten. Sinemaya gidip, o sessizliği orada hissetmek lazım. Evdeki televizyon ve odanız yetmez o ambiansı yaratmaya.

Bu iki filmi de bu naçizane blogun okurlarına şiddetle tavsiye ediyorum. Dün akşam 500 Days of Summer'ı izledim, onu da bir o kadar tavsiye etmiyorum. Soundtrack'i belki.

07 Kasım 2009

Gidiyor Akıl Ufak Ufak


Cumartesinin ilk ışıkları ile biten PES turnuvasının ardından gelen sabah. Evde tek başına olma hali, uyanamama sorunsalı... Bilgisayarın başına geçiş ve emaillere bakış. Facebook'tan yollanan yorumlar için facebook'a giriş. Sonra tanımadığın insanların, senin yolladığın arkadaşlık isteklerini kabul etmesiyle dumur oluş. Insanların profillerine bakış ve hakkaten hiç birini tanımadığından emin oluş. Daha da dumur oluş. Sonra panik oluş, "leyn bu facebook'ta insanlar spam halinde kendini arkadaş olarak kabul mu ettiriyor" deyiş. Arkadaş listesine giriş. Tanımadığın daha bi sürü insan görüş. Baştan iki üç tanesini siliş. Sonra farkediş ki bu facebook account'u, benim değil evin diğer sahibinin. Göt oluş!

30 Ekim 2009

My Sanal Self


K., uzunca bir süredir internet bağımlısı olduğumdan şüpheleniyor. Haklı olma ihtimali var. Ama sorun şu; bağımlı olsam bile internetin kendisine değil bu. Burada hayatın başka hiç bir yerinde olmadığı kadar dinamik ve çok bilgi var. Devamlı yenileri geliyor. Ben de içimdeki sıkılganlığı, durağanlığı sevmeyen kısmımı ancak bu kadar hızlı ve akışkan bir mecrada giderebiliyorum. O yüzden internete bu kadar meraklıyım galiba. Neysssaa...

Bir de şöyle bir şey var. Az önce uzun süredir görmediğim bir arkadaşımı gördüm işten dönerken. Vedalaşırken konuşalım dedik ama sonradan düşündüm, eğer bir blogu, bir twitter'ı varsa konuşmamıza gerek yok. Tek yönlü iletişimle (ki bu iki sayfada da öyle yapılıyor) gayet de o insanın neler yaptığını öğrenebiliyorum. Ve görüştüğümüzde, yani karşılıklı interaksiyona geçtiğimizde, onunla, sanki aradaki zamanda konuşuyormuşuz gibi muhabbete girebiliyorum.

Hatta bu olayı hiç tanımadığım, sadece blogunu okuduğum, twitter'dan takip ettiğim insanlara da yapabiliyorum. Yani aslında hiç tanımadığım birini arkadaş gibi hissedip, hayatında günlük olarak neler yaptığını bilebiliyor, başına gelenlere karşı hislerini anlayabiliyorum. Yüzyüze hiç karşılaşmamamıza rağmen.

Eskiden bir MSN paylaşılırdı, ama orada da karşılıklı konuşma vardı. Facebook ise tam bir ara katman oldu. Hem karşılıklı konuşma var, hem kendin çalıp kendin oynama. Twitter ve bloglar, her ne kadar okuyanlar public bir reaksiyon verebiliyor olsalar da, aslen tek taraflı bir iletişim.

Bir de tam tersi bakmak lazım. Ben, ve siz, ve etrafınızdaki bir sürü kişi, aslında hayatını, okeyde bitenin elini göstermesi gibi açıveriyor. Yani bir şekilde 1984'ümüzü kendimiz yaratıyoruz, hepimiz Big Brother'ın parçası oluyoruz, hayatımıza kamera koyup BBG'mizi oluşturuyoruz.

Bunu günlük bir şekilde yaşamış olsam da, bu context'e koyunca garip geldi. Vay be!

Not: Kafam güzel değil, cidden. Böyle naif modlara girmez misiniz siz de?

27 Ekim 2009

Them Crooked Vultures Pre-Kafası



Laflarımızı yeme, tükürdüklerimizi yalama vakti geldi çattı. Arctic Monkeys hakkında konuşurken zamane supergrouplarının ne kadar totoş olduğundan bahsetmiştik. Ama işte öyle biri geliyor ki belini kırıyor, topla kaleciyi ters köşelere gönderebiliyor.


Bir kere içinde Josh Homme, Dave Grohl ve John Paul Jones varsa o grup iyidir. Yani öyle bir grup ki bu Them Crooked Vultures, daha ilk adımını atmadan CV'sinde Nirvana, Led Zeppelin, QOTSA ve Foo Fighters var. Heyecanlanmamak elde mi?


17 Kasım'da self-titled debut album triplerine bu arkadaşlar da giriyor. Bugün de New Fang adlı şarkılarını yayınlamışlar. Bir aparatif olsun o zamana kadar biz müzik abazalarına.

26 Ekim 2009

Just Turn Around Now, You're Not Welcome Anymore


"Hayatım boyunca hep iyi bir insan olmak istedim" diyerek ne kadar sıradan ve osuruktan bir kişilik olduğumu ortaya koymanın huzuru içindeyim. Biri arkadaşımsa kötü gününde de yanında olmaya çalıştım, insanlara ön yargı ile bakmamaya gayret gösterdim, kızmamayı öğrendim, inanmayı tercih ettim vs vs. Böyle playdoh oyun hamuru kıvamında bir yürekle yaşadım.

Ama bu aralar bakıyorum ki, eskisi gibi "iyi" bir insan değilim artık. Hele de sorumluluğum arttığımdan beri para, benim hayatımda daha çok yer kaplıyor. Başkalarının dertlerine daha az katlanabiliyorum, daha çok kere ve daha uzun zaman periyotlarında insanları dinliyormuşum gibi yapıyorum, daha az sabaha mutlu kalkıyorum. "Object of desire"ları elde etmek, daha önemli bir hal aldı benim için. O yüzden de eski benliğime dönme çalışmalarına başladım.

Bir kere hayatımda beni hissizleştiren şeyleri bulup, onlarla daha az haşır neşir olmaya karar verdim ki duygularımla daha çok yüzleşeyim; hayatımdaki sıkıntıları gözardı etmek yerine çekeyim. Bu yüzden daha az alkol ve gibileri kararı aldım. Zaten hiç bir diziyi izlemem, ama televizyonu da neredeyse sıfıra indirmeye karar verdim. Lise yıllarımdan beri adam gibi çalmadığım gitarıma geri döndüm. Fotoğraftaki film/analog ısrarımdan vazgeçmek üzereyim, kafamdaki projelerin hepsini dijitalle yapmaya karar verdim. Hatta siyah-beyaz kalıbımdan da çıkıp renkli; street photography ısrarımdan da sıyrılıp stüdyo çekimleri denemeyi düşünüyorum. Işteyken blog yazma/reader okuma alışkanlıklarımı da bıraktım neredeyse, daha verimli çalışıyorum. Bir de el bileğim ve dizimdeki yırtıklarım geçip sporuma geri dönsem, kiloları verip eski fitliğime gelsem varmayın keyfime.

Tek sıkıntım kafama göre kitap bulamıyorum, tavsiyeleriniz var mı?

Etrafımda spiritüel zamazingoları okuyanlar, bana (o tip şeylere hiiiiç inanmayan bana) "sen zaten bunları bilmeden uyguluyosun, sana bakıp da yazmışlar bu kitapları" diyorlar. Ama anlamadığım, ben sadece durup kendime dışarıdan bakıp hayatımı daha iyi yapmak için çaba harcamayı göze alıyorum. Bu kadar mı zor sahiden?

Not: Foto dayım ve nişanlım K. ile elma bahçelerine gidip takıldığımız o güzel ekim gününden.

23 Ekim 2009

Mağrur Kazak Olmak


Mağrur Kazak? Anneyle baba ne kullanıyorsa bana da bir tane lütfen...

Birdie Num Num'ın katkılarıyla, ne de olsa "bu dönemde para büyük ihtiyaç"

22 Ekim 2009

Unloading Filmekimi

Bu aralar her tarafımı Filmekimi'ne bulamış durumdayım. 9 günlük festivalin 7 gününde, toplam 15 filme gidiyorum. O yüzden şimdiye kadar izlediklerimi buraya yazıp hem paylaşmam hem de kafamı rahatlatmam lazım.

Cuma akşamı Woody Allen'ın son filmi Whatever Works ile başladık. Ki ne başladık. Woody Allen uzmanı değilim, özellikle de eski filmlerini çok bilmem. Ama son yıllarda gönlümü fetheden Match Point ve Vicky Christina Barcelona'dan sonra beklentiler baya yüksekti zaten. Ve galiba bütün beklentileri geçti. Diğer iki filmi de geçti. Hem de Scarlett Johansson olmamasına rağmen. Bir kere çok güldürdü. Uzun zamandır bir filmde bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Bir de ana karakterin ara ara 4. duvarı yıkıp bizimle konuşması ama başkalarının bunu yapamaması, her karakterin ciddi değişimden geçmesi ve sonunda birbirlerinin yeni pozisyonlarına uyumu gibi şeylerle Woody Allen, seyircinin tutunacağı bütün dalları elinden çekiyor ama beklemedikleri dalları da sunuyordu. Bir daha gelse bir daha izlerim, herkese de tavsiye ederim.
Cumartesi gününe Informant ile başladık. Enteresan ve gerçek bir hikaye, efsane bir göt oluş ve yıkılış. Matt Damon'dan normalde haz etmem ama bence kendini aşmıştı bu filmde. Ama film tam olarak "keyifli 2 saat geçirdim ama bi daha da izlemem" filmiydi.
Hemen sonrasındaki Moon da öleydi aslında. David Bowie'nin oğlu yönetince beklentiler de yükseldi ama karşılayamadı işte. Oysa klonlarla, uzayla ne kadar düşündürücü ve vurucu bir film yapabilirdi. Ama yavaş tempo bir uzay macera olmuş film ve vurucu yapılmak istenen yerleri de öyle vurucu olmamıştı. Içimden "ben bu filmi daha iyi yaparım" demediysem neyim... Bir de 2001 Space Odysey gibi bir film ile aynı janrada (bayılıyorum bu kelimenin okunuşuna, genre yerine janra) dolaşmak istiyorsan daha iyisi lazım. Nokta.
Ama cumartesi gündüzünün eh iki filminden sonra akşamı, arayı kapattırdı. Looking For Eric, zaten festivalin de en beklenen filmlerinden biriydi ve bütün beklentileri de karşıladı. Zaten bakıyosun, Ken Loach ve Eric Cantona ikilisinden kötü bir şey çıkmaz diyorsun. Yine de ana karakter Eric'in (Cantona değil ama) performansı da çok iyiydi. Film de güzeldi, böyle quote dolu filmleri seviyorum. Iki Eric odada ot içerken, Eric'in Cantona'ya dönüp "çok içmeye başladın bırak şu meredi" deyip pas vermesi ve "I am not man, I am Cantona" uzun süre muhabbetlerde refere edilecek.

Pazarı Trabzonspor maçı sebebiyatıyla pas geçince pazartesiye gelmiş bulunduk. Eden is West, bir Costa Gavras filmi. Bir kaçak mültecinin Yunanistan'dan Paris'e yolculuğu. Mülteci Elias kadar, yoldaki insanların portresi de çok etkileyiciydi, hatta bence film tamamen bir portre filmiydi. Bir bakıma Robert Frank'in The Americans'da yaptığı yolculuğu hatırlattı bana, biraz daha karikatürize bir şekilde. Ama o kadar ayakları yere basan film, nasıl sonunda koptu gitti anlamadım. Vaktim olunca biraz bakıcam internetten ona da, hala karışığım filmin sonu hakkında.

Eden is West'ten sonra Cheri vardı. Belki Cheri de Moon'un düştüğü tuzağa düştü benim aklımda. Moon, nasıl 2001 Space Odysey ile aynı ipte cambazlık yaptığı için tutunamadıysa Cheri de Emile Zola'nın çok sevdiğim Nana'sıyla aynı ipteydi. Ve başarısızdı. Michelle Pfeiffer'ın oynadığı karakter Nunu, kitabın o karakteri Nana. Nana'nın yardımcısı Rose, Nunu'nun yardımcısı da Rose. Genç sevgili, hayat kadının hem anne hem sevgili gibi hissetmesi. Bunun çok daha iyisinin kitabını okudum dedim filmde. Ayrıca kötü oyunculuk ve fazla Amerikanlık olunca ciddi sıçtı film gözümden. Geç.

Salı, yine çok beklediğimiz bir film olan Capitalism: A Love Story ile başladı. Michael Moore, gittikçe inanılırlığını yitiriyor, hem benim hem de konuştuğum herkesin gözünde. Evet Bush ve cumhuriyetçileri seven çok yok kendilerinden başka, ama filmin özellikle Obama öncesi dönemi neredeyse tamamen duygu sömürüsüydü. Olaylar mizansen gibiydi. Tamam Michael Moore, taaaa RATM'nin Sleep Now in the Fire klibini yönettiğinden beri taraftı zaten. Ama taraf olmakla subjektif olmak arasındaki çizgiyi geçiyor yavaştan. Bir de Naomi Klein'ın Shock Doctrine'indeki herşeye inanmadıysam, bu filmde de hemen hemen aynı noktalara inanmadım. Zaten söylemleri de çok benzer ve herşey anlattıkları gibi gelmiyor. Ama burada uzun uzun onu konuşacak değilim.Sonra Bright Star. Yine olmamış bir film sana. Şair John Keats'ın biyografik öyküsü. Belki de o kadar şiir bilmediğimden, karakterin kendisiyle çok alakalı olmadığımdan beni çok çekmedi, çok ağır girmicem o yüzden. Iki şey böyle düşünmeye itti beni. Yanımızda bir sürü insan ağladı ama K. da ben de hiç duygulanmadık bile. Bir de aynı yavaşlıktaki Gus Van Sant'ın Kurt Cobain'in son günlerini anlattığı Last Days'ini sevmiştim. O yüzden çok üstüne gitmeyeceğim ama tatmin olmuş çıkmadım.

Dün de Valhalla Rising. Işte festival filmi. Uzun, az diyaloglu, zor sahneli, anlaşılmaz. Bi bok anlamasam da bazen özlüyorum bu tür filmleri. Bir psikopatın tahminen MS 100 veya MS 200 yıllarında Ingiltere'den başlayan öyküsü. Enteresandı ama filmde o kadar çok symbolism vardı ki (ve ben neyi sembolize ettiklerini bilmiyodum) bir bok anlamadım. Ona da internetten bakmam lazım. Filmi anlamayacağımı daha en başında anlamıştım, o yüzden anlamaya çok da kasmadım ve keyif aldım. Google yapar neymiş anlarım, merak edene anlatırım.

Bu akşam Dinamo Bükreş maçından dolayı ara veriyorum yine, bundan sonra 6 film daha var. Özellikle de Haneke'nin Beyaz Bant'ını hevesle bekliyorum. Haftaya yine boşaltırım kafamı. Ama bu filmekimi'ni seviyorum be gülüm, If'ten ve Uluslararası Film Festivali'nden daha fazla.

20 Ekim 2009

Nükleer Savaşta Hayatta Kalmanın 11 Yolu


Kıçımdan atmıyorum, geçen hafta itibariyle Beyoğlu Hükümet Konağında gördüğüm bilgileri, hepinizin iyiliği için buraya koyuyorum.

Ellerinizi iyi yıkayın, ailenizin yanından ayrılmayın, serpintiden korunun (sağ en alt kare), un-şeker depolayıp sığınaklarda kilo alın vs...

Hala soğuk savaştan korkan ülkem benim... Minik paranoyağım...

15 Ekim 2009

Protect and Survive


Bugün ekşın günü işte. Geldi çattı Blogactionday. Kendimi iklim değişikliği/climate change konusuyla ışıkların altına bırakıyorum Nobel Barış Ödülü kazanmış Barack Obama edasıyla:

Aslında sıkıntılar, dertler, dünyadaki ve Türkiye'deki bokluklar hakkında konuşmak o kadar kolay ki hem anlamsız hem de farklı bir şeyler demesi çok zor. Hele de buraya yazdığım satırların dünyada minnacık bir değişiklik yapmayacağını bilmek.

Ama bu climate change olayının bir farkı var sanki. Fakirlik, eğitim eşitsizliği, kadın-erkek eşitliği, politik yozlaşma, suç oranları... Bunlar çok ciddi, günlük hayatı birebir etkileyen, yüzümüze tokat gibi vurulan utançlar. Ama climate change, yaşadığımız dünyayı kucağa oturtmamız. Yani gün gelip güneş gelmeyince bir gün; veya kış gelip soğuk gelmeyince; sabah olup yemek gelmeyince; bahar olup nehirler dolmadığı gün, herşeye yan bastığımız gündür. O gün ister dükkan yağmalayın, ister dolara yatırım yapın, ister dua edin ister intihar. Çok Amerikan bir deyişle, "it is the end of the world as we know it", yaptığınla kalırsın.

Işin üzücü yanı, bindiğimiz dalı bile bile kesmek için kasmamız. Açgözlülükle, doyumsuzlukla, durmadan daha fazlasını istemekle, herkese 3 çocuk doğurun demekle bir yandan da diğer canlılardan yaşam çalıyoruz.

Peki ne yapabiliriz? Bu satırları yazdım da ben üstümden günahı mı attım? Yok öyle bir şey. Ama kişisel olarak bakkallarda, marketlerde torba kullanmıyorum. Minimum elektrik harcamaya, yapabileceğim zaman toplu taşıma kullanmaya ve yapabildiğim zaman bu konularda duyarlı bir insan olduğumu belirtmeye çalışıyorum. Ben benim, kimsenin sikinde olmayabilirim. Ama herkes kendince birazcık bir şey yapsa, damlaya damlaya göl olur hesabı, bir şeyler değişir belki. Tabi ki her düşüncem bu kadar umut dolu ve naif değil, ama eninde sonunda herkesin ve her hükümetin bu duyarlılığa sike sike ulaşacağını düşünüyorum. Ne de olsa yaşam, aslında elimizde olan tek gerçek şey ve onu da bu dünya üzerinde yaşıyoruz.

Kısacası; protect and survive!

14 Ekim 2009

Hatıralar Sarmış 4-1 Yanımı

Her ne kadar başlık skor yazarlığı koksa da, aslen, bu aralar kendimi nasıl nostalji sosuna banılmış elma dilimi patates gibi hissettiğimi yazacağım. Elma dilimi patates, çünkü dizimdeki kas yırtığından spor yapamıyorum. Ama asıl olay nostalji sosu.

Bir kaç anı... Yuvada kıyafet balosu için palyaço olucam. Annem elbiseyi aldı, pinpon topunu (ve o sırada elini de) kesti ve kırmızı ojeye boyayıp burun yapmıştı bana. Ertesi gün yuvada, herkesin Superman ve Spiderman kostümleri ile geldiğini görünce, ben de bir köşede bütün gün somurtmuştum. Bir sonraki kıyafet balosunda annem, bu sefer bana ne olmak istediğimi sordu. 3-4 yaşındaki veletlerin verdiği fiks cevapları bekleyen annem, benim "Uğur Tütüneker olmak istiyorum" cevabımla sarsılmış tabi. Galatasaray forması, şortu, sarı kırmızı bir top ve keçeli kalemle yapılmış bir sakal. O gün ne kadar mutlu olduğumu hala hatırlıyorum.
Sonra çocukluğun anlam gerektirmeyen uğraşlarından biri, kumu kazıp su bulmak. Yuvamızın kumlarının altı siyahtı, biz de petrol bulduk diye sevinirdik.

Anneannemin televizyonu vardı bir de, uzaktan kumanda devri öncesinden. Makineye gidip, ekranın yanındaki 1'den 9'a kadar olan tuşlara basmakla değişirdi kanallar, ama zaten 9 tane kanal yoktu. Bir de "TAK!! TAK!!" diye basılırdı o tuşlara, biraz korkardım itiraf ediyorum.

Sonra Magic Box ve Show TV çıkmıştı, ne büyük olaydı. Pazar sabahları, sabahın köründe çizgi film izlemek için uyanır, bizimkileri uyandırmamak için parmak uclarında içeri gider ve beklerdim. Çizgi filmler geç başlayınca da sinirlenirdim, "bu çocuk haklarına haksızlık" diye.

Tabi bir de sinema. Ilk gittiğim film, Micheal Keaton'ın Batman, Jack Nicholson'ın Joker olduğu ilk Batman filmiydi. Kadıköy Reks'te. Ağzım açık izlediğimi hatırlıyorum. O kadar insan, patlamış mısır ve kola, kocaman bir televizyon ve Batman. Ekranı görmem için altıma konulan paltolar.

Çok küçükken alt komşumuz M. Abla'dan da korkardım. Öğle uykularının değerini bilmediğim o yıllarda, yatağımın parmaklıklarının birini çıkarır ve aradan kaçardım. Ama M. Abla'nın bizde olduğu günler korkumdan odamın kapısından dışarı çıkamaz ve kapının önünde uyuyakalırdım, yerde.

Ilkokulda en içimde kalan şeylerin başında Parliament sinema kulübü geliyor hala. Pazar geceleri 9 veya 930'da başlardı, biz tam yatıyor olurduk o sırada. Babam bana "sen yat ben sana sabah anlatıcam" derdi, ben de "ama anlatmakla olmaz ki, görmem lazım" derdim. Bir de lig maçlarını bizim sınıfta bir kişi izleyebilirdi ancak, o da ertesi gün herkese hava atardı. Ağzımız açık dinlerdik biz de onu. Bir hasta olup okula gitmediğim gün, evde futbol maçı izlediğimi hatırlıyorum. Topu taca atan takımın değil de öbür takımın tacı kullanması çok garibime gitmişti, "onlar atıyor dışarı, niye bunlar kullanıyor" diye merak etmiştim. Sonra bir de hayatımda ilk defa rövaşatayı gördüğümü çok net hatırlıyorum. Herkese inanılmaz bir heyecanla anlatmıştım, "biliyor musunuz adam topu havada dönerek kafasının üstünden vurarak attı, vayy beee".

Suadiye'deki eski evimizi hatırlıyorum bazen. Balkonundan kesintisiz bir ağaç manzarası vardı, çünkü ağaçların uzunluğunu geçen evler yoktu. Dayım siyah saçlı ve bıyıklı haliyle bana sihirbazlık yapardı. Evimizin karşısında da kocaman bir boş arsa vardı, büyüyünce araba kullanmayı burada öğrenicem diye heves ederdim. 15 yaşındayken site yaptılar oraya. Sonra evde doğumgünü kutlamak. Yuvadan arkadaşlarla sandalye kapmaca oynamak. Annelerin vatkaları ve iğrenç saçları. Sıkılınca arkadaşlarla sokakta futbol, yorulunca evde Amiga 500 oynamalar.
Bir de ilkokul 5'teki özel dersler. Sinirli ve otoriter Türkçe hocamızın dersinde, o sıralarda Türkiye'de yeni yeni gösterilmeye başlayan Simpson'ı izlemek için not dolaştırmıştım: "Çabuk olun da dersi erken bitirip Simpson izleyelim" diye. Hoca da yakalamıştı, bana da çok kızmıştı. Yıllarca işlediğim en büyük günah olmuştu o. O zamandan nasıl bir öğrenci olacağım belliymiş. Hayatımda yaptığım en son ödev ortaokul hazırlıktaki ilk gün ödevi oldu zaten.

Hayatım aslında hala güzel ve mutluyum ama çocukluğum da çok güzelmiş. Ilk arabamı dün itibariyle sattım, 13 yıldır gittiğim berberle ilk geldiğim günleri konuştuk pazar günü, zamanında elimden tutup "bak bu mööö" diye hayvanlar alemini ekspres bir şekilde anlatan babamın amcasıyla dün iş toplantısı yapmaya gittim. Bu aralar bana herşey eskileri hatırlatıyor nedense. Bu da işin nostalji sosu işte. Sizinle de paylaşayım dedim.

09 Ekim 2009

Yerli Malı Yurdun Malı Ismet Onu Kullanmalı


Wikipedia'da böyle bir girişin olabileceğine inanmıyordum, bildiğin Hayat Bilgisi kitaplarının copy-paste'i. Biz aslında neler çekmişiz okurken de haberimiz yokmuş, buyrun straight from Wikipedia:
Not: Merak ediyorum, Ismet Inönü yerli malını özendirirken yukarıdakini de kastetmiş miydi?

YERLI MALI HAFTASI

Yerli Malı Haftası,
12-18 Aralık tarihleri arasında Türkiye'de tüm okullarda kutlanan hafta.
II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşması amaçlanmıştır. Bu amaçla zamanın başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929'da yaptığı konuşmayla yerli malı kullanmanın ve tutumlu olmanın öneminden bahsetti. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaktadır. 1983 yılında adı Tutum, yatırım ve Türk malları haftası olarak değiştirilmiştir. Hedefi, yerli mallarının tüketiminin artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi anlatılır. İnsanların parasını, malını eşyalarını, zamanını ve sağlığını gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Tutumluluk hiçbir zaman cimrilik demek değildir. Tutumlu insan eşyasını, malını düzenli ve temiz kullanır. Zamanını boşuna harcamaz. Kendisine ve çevresine yararlı işlerle geçirir gününü. Böylece kötü alışkanlıklardan da kurtulur. Mutlu ve güvenli olur. Yalnızca kendimize ait olanı değil, elektriği, suyu, yiyecekleri, okulda kullanılan eşyaları, bize ait olmayan eşyaları kendimizinmiş gibi özenle korumalıyız. Topluma ve arkadaşlarımıza ait olan eşyalara zarar vermemeliyiz. Tutum ve yatırım, ülkeler için de önemli bir konudur. Çünkü devletler de gelirleriyle giderlerini dengelemek zorundadır. Bir devlet eğer gelir ve giderlerini iyi ayarlarsa; gelir kaynaklarını iyi yatırımlarda kullanırsa kalkınır, zenginleşir ve hiçbir devlete bağımlı kalmaz. Yurdumuz cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu. Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı. 12 Aralığı kapsayan hafta “Tutum Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde temelleri atılan kendi kendine yeter bir toplum olmadaki ilk adım bugün de devam etmektedir. Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Küçükken boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz. Tasarruf yapmak, milli kaynakların işletilmesi, yerli fabrikalar kurulması, paranın dış ülkelere gitmesini önlemek, temel tüketim maddelerini öz kaynaklardan karşılamak, ekonomimizi geliştirmek bu haftanın belli başlı amaçları içindedir. Okullarımızda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır.

07 Ekim 2009

Dilber Hala Style!

Alpaçino Ocakbaşı'dan sonra gördüğüm en iyi mekan; Dilber Hala style!

06 Ekim 2009

Deliye Her Gün Doğumgünü

Pitchfork'ta bir haber gördüm ki sormayın. Gavin Friday (hiç tanımam etmem açıkçası, o da benim ayıbım) doğumgününü kutlamış. Carnegie Hall'da. Arkadaşlarıyla. U2'dan kankaları, Courtney Love, Scarlett Johansson, Lou Reed filan; arkadaş dediysem öyle. (RED) yararına bir gece olaraktan.

Benim de doğumgünüm geliyor yavaştan ama heralde evde kutlarım. Kendi arkadaşlarımla. Bizim ev için fundraiser gibi olur, gelen içki getirir, içilmeyen bize kalır. (EV) yararına. Ama söz, bir gün meşhur olursam bu blogu takip edenleri sahneye çıkarıcam. O yüzden kendinize bir şarkı seçin şimdiden. Ben Ocean Color Scene'den 100 Mile High City'i söylicem.

Not: Aslında videoyu koyacaktım resim yerine ama olmadı, resme tamah etmek durumunda kaldım. Onu da Gavin Friday ile harcamayı aklımdan geçirmedim.

02 Ekim 2009

Isteynbull

Seviyorum seni Istanbul.
Ne Doğu'yu özümsemeni ne Batı'yı yaşayabilmeni, yağan karının anında çamur olmasını, sıcağının nefes aldırmamasını, neden geldiğini anlamadığım oceanliner'larını, yağmurda turkuaza dönen Boğaz'ını, tarihi surlarının otopark duvarı olmasını, hacılarla travestilerinin her gün dipdibe olmasını, hiç bitmeyen Allah Kerim'liğini, güzelliğinle prenses olabilecekken orospu olmayı seçmeni, denize karşı modifiye aracından müzik dinleyen vatandaşlarını, tıpkı bir gökkuşağı gibi olan çocuklarını, yabancıları çekmeni ama hiçbir zaman içine almamanı, hem Doğu'nun krallarını hem de batının backpacker'larını dize getirmeni, bitmeyen trafiğini, sıladayken bile verdiğin özlemi... Cidden seviyorum seni köpoğlu.


3 yıl önce dünyanın en güzel şehirlerden birine gittim bir süre yaşamaya ve bu sırada sana dönmeyeceğime yemin ettim. Ama en çok bu şarkı koydu bana.



Bu şehir rakıyla yaşar
Bu şehir cigarayı çeker
Bu şehir gündüzü yaşar
Bu şehir her geceyi sever

Bu şehrin adamı söver
Bu şehir kadınını döver
Bu şehir kanımızı emer
Bu şehir için ölmeye değer

İstanbul
Elinden öper

26 Eylül 2009

Dünyayı Blog'umla Kurtarıcam...


...desem de inanmayın, külliyen yalan. Ama buradan birilerine sesleniyorsak, bari bişilerin umrumuzda olduğu bilsin.


Blogactionday diye bir olay var, sağda da zımbırtısını görüyorsunuz. Her sene annemin doğumgününde (15 Ekim), önceden belirlenmiş bir konu hakkında, kaydolan blogcuların yazı yazmasını istiyorlar. Geçen seneki konu, yamulmuyorsam poverty idi. Bu sene climate change. Ben kendim şahsen yazmayı düşünüyorum. Niye? Tamamen vicdanımı rahatlatmak amaçlı. Yazmasam bi bok olmayacak zaten, yazsam da olmayacak. Bari ben yazayım da ahiret gününde "ama ama ama ben blogumda yazı yazmıştım bu konuda" diyebileyim. Budur, dahasını aramayın.


Eğer umrunuzdaysa veya elde rahatlatmanız gereken fazladan vicdanınız varsa siz de yazın, sizi de adam sansınlar.
Related Posts with Thumbnails