08 Nisan 2010

For Fock's Sake, Mate

Ipini koparmış bir yay burcu erkeği olarak, çantamı sırtıma alıp bir kez Ingiltere'ye gitmişliğim yoktur ne kadar istesem de. Denk gelmedi. Annem ve babamla 6 aylıkken gidip 9 ay sonra dönmem var bir tek Ingiltere mazimde, onu da hatırlamıyorum. Ama içimde Ingiltere'ye karşı özel bir sevgi olmasa da "The English Way of Life" ben farketmeden içime sinmiş durumda.

Bugün işten dönerken Paul Weller farkettirdi bana ve kafamda sıraladım. Galiba bu The English Way'e sempatimin en baş elementi müzik. Hatta bir müzik ne kadar Ingiliz o kadar iyi sanki. Paul Weller'in aktivist Ingilizliği, Joy Division'ın kasveti, Pink Floyd'un sarkasmi, mücadele kokan eski zaman U2'ları, Arctic Monkeys'in mod kafaları... Say say bitmez. Yani Birleşik Krallığa (coğrafyayı ufaktan genişletelim) sırf müzik turuna çıkılır. Tabi bu arada bi Isle of Wight, bi Glastonbury yapılır mecburen. Mecburen ama, arkadaşlar bilet almış zorla gittim kafası. Bir ülkenin tarihi The Beatles, Black Sabbath, Led Zeppelin, The Rolling Stones, David Bowie'den Arctic Monkeys, Franz Ferdinand, Radiohead'e uzanıyorsa, araya da Oasis, Blur, The Smiths, The Style Council, The Clash gibi bölümler eklemişse ben bu ülkeyi elim mahkum severim, kusura bakmayın.

Sonra Ingiliz komedisini, Amerikalıların yavan espri anlayışından, hatta neredeyse kendi dilimin esprilerinden bile daha çok seviyorum. Mesela boxset'ine sahip olduğum tek dizi, The Coupling. Bir sitcom daha nasıl komik olabilir, baştan aşağıya seks ve flört konulu bir dizi, daha ne kadar az bel aşağı vurabilir? (Burada Jeff'i anmadan edemiyorum, Giggle Loop, Shadaim diyorum, anlayan anladı). Aynı şekilde Top Gear. Gülmek için ilk izlediğim şeylerden biri olan araba programı! Araba ile en ufak bir alakanız olmasına gerek yok, her şekil komikler.

Sonra futbolu, taraftar profili ve teras kültürü. Herhangi bir Ingiliz takımına (Liverpool veya Arsenal'e bile) çok ciddi bir sevgi beslemiyorum ama Galatasaray'ı da biraz Ingiliz tarzı seviyorum galiba. Yani kötü gününde de maçına gidip, her sezon başı formamı alıp, şuursuzca bağırmak yerine alkış-yuhlamayı etkili kullanarak yaşıyorum taraftarlığımı. Stadına gitmeyi, uğruna üşümeyi seviyorum ama galiba yenilirken, kötü gününde daha çok seviyorum takımımı. Ayrıca teras kültürü dedik, hani o Ingiliz stadlarının normal ev gibi çatılı bölümleri. Fulham-Juventus maçında gördüm en son, içim bir hoş oldu. Bambaşka bir taraftar mevzuu aslında o. Bir Damned United izlemek gerekir belki bu fırsattan istifade. Yine de Nick Hornby efsanesi Fever Pitch'i okumadan anlaması zor (yerinde yaşamayanlar için).

Hornby demişken, kendisi bile Ingiliz'leri sevmek için bir sebep. Fever Pitch'i, High Fidelity'i, 31 Songs'u yazan adamı buradan anmamak ayıp! O kadar kendimle özdeşleştiriyorum ki herifin yazdıklarını (bu konuya başka bi postta değinicem). Şu anda da Slam diye bir kitabını okuyorum, iddiasız, kendi halinde ama insanın içine sinen bir kitap. Şahane, akıl almaz değil ama belki de güzelliği orada zaten.

Enteresan, hala tam bir açıklama getiremiyorum. Union Jack altındaki herşeye bir aşkım yok, Ingiliz olsun yeter diye bir saplantı içinde değilim ama retrospektif bakınca Ingiliz şeylere daha çabuk ısınıyorum, seviyorum ve benimsiyorum.

He, size ne? Bilmem. Burası da biraz düşünce tahtası oldu. Yine de yukarıdakileri seviyorsanız, sevmiyorsanız veya ekleyecekleriniz varsa arapası atın, pozisyon devam etsin. Blimey!

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails