27 Mayıs 2011

Karanlıkta Yemek

BU yazıyı tamamen gözlerim kapalı yazmayakarar verdim. Dün akşam annemle karanlıkta yemek olayına gitdik, ne kadar zamandır gitmek isteyip de gidemiyordum. Onu yazacağım.Yazım hatalarını da silmeyeceğim. O yüzden umarım anlaşılmaz bişi çıkmaz ortaya.

Bir süre önce barselonada gitmeye niyetlenmiş ama gidememiştik, dün akşam Galatanın ortasında, Kör fotoğrafçılar projesinin bir ayağı bu karanlıkta yemek. Ama zigfiri karanlıkta, hiç bir şey görmeden, kör, ya da politically corect olarak, görme engellilerin servis yaptığı, müzik çaldığı bir ortam. Ve baya değişibir deneyim. Olay, körlerin ne yaşadığını anlamak ve onlara acımak değil aslında. Hatta tamtersine körlüğün düşünülen kadar acınaacak bir şey olmadığına karar verdim dün akşam. Tek yağptoğın gözün tembelliğini ortadan kaldırmak. Bir madde olarak mekandaki varlığın kaybolduğındanetrafını algılamak zorundasın yine ve bunu gözlerinle değil başka duyularla yapıyosun. Yani aslında beyindeki mekanıı gözlerinle değil diğer duygularınla çizmek. Sesler, seslerin uzaklıkları, hislerin, sıcaklık soğukluk.

Enteresandır, masamıza yönlendirildik, elele verip masalara gittik ve ghızla yerime alıştım. çok da rahat ettim. Ama sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde masadan kalktım, herkes piste dansetmeye davetedildi := neyse ben de kalktım, ve alıştığım yerimden kalktıktan sonra, uzaklaştıkça, sanki karanlık daha da bir siyah olmaya, daha bir koyulaşmaya başladı. Baya enteresan bir deneyimdi. Ayrıca yemekleri bilmeden yemek, nası keseceğini bilmeden yemek de garip bir deneyimdi. Ama karanlık odada foto basmaktan bir alışkanlığım olduğu için çok garipsemedim ve üstüme dökmeden yemeyi becerebildim.

Bunun dışında işin belki de en güzel tarafı, iç güzellikle yaşıyosun. O sırada farkettim ki genelde bu durumdan kaçmama çalışmama rağmen ne kadar herşeyi görünüşüne göre yargılıyoruz. Ne giyindiğimiz, saçlarımız, bakışlarımız ne kadar çok şeyi determine ediyomuş. Karanlıkta insan bütün ön yarglılarından kurtuluyor, tamamne iç güzellik. Insanların da yediğin pilavın da içtiğin şarabın da iç güzelliğine odaklanıyosun. Çok daha eşit bir hayat, önyargısızlık.

Bir de mesela herkes, aslında ne kadar güven duygusu içinde orada olduklarından bahsettiler. Hani karanlıkta, başkalarına güvenerek hayatını devam ettiriyosun mantığıyla. Benim için ise hiç öyle değildi. Kimseye güvenmek zorunda değil körler, ve güvene muhtaç da diilller. Kendi dünyalarını kendileri yaratabilir ve devam ettirebilirler. O yüzden çok daha sayfu göstermeye ve takdir etmeye başladım onları.

Gecenin en enteresan şeylerinden biri de Braille alfabesinden yapılmış Playboy dergisiydi, içi tamamen makale::)

Fotoğraf yok, çünkü hem foto makinesi almadım yanıma, hem de bu yazının amacına uuygun değil. sadece herkese tavsiye ettiğimi belirtmek isterim bu deneyimi. Bir blogpostu bile gözleriniz kapallı yazınca, insan bir garip hissediyor. Isterseniz bir tweeti veya bu posta yorumu gözleriniz kapalı atın, o bile garip gelecek ama sadece en başta. Sonra ona ne kadar çabuk alıştığınızı görmek daha da garipsetecektir sizi.

(şimdi okudum da baya bir kısmını doğru yazmışım, vay be)

25 Mayıs 2011

Towers of Song




Mart sonu, nisan başı yaptığım bu videoyu, yazısını yazmış ama bloga koyamamıştım (teknik zamazingolardan dolayı). Bugün bir anda aklıma geldi, Youtube embed'ini koyayım dedim. Buyrun, hem yazı hem video.


----------------------------------------


Yeni evime taşındığımdan beri koli koli CD ellerimden öper bir şekilde duruyordu antrede. "Abi beraber boşaltır, müzik muhabbeti yaparız" diyen kolpaçinolar sayesinde 2 ay orada duran velinimetlerimi, sonunda dayanamayıp alfabetik sıraya dizme kararı aldım. Aslında bütün olay, alfabetik sıraya dizip bir de fotoğraflarını çekmekti toplucana. Ama farkettim ki kolilere sırayla koyulmamış CDleri önce sıraya dizmek lazım. Ve bu aslında pek de azımsanmayacak bir iş.
Dedim ben bu kadar efor koyuyorum, bari bir "behind the scenes" çekeyim. Sonra o fikir, bir stopmotion film yapma fikrine dönüştü ve karşınızda bunun ürünü Towers of Song var. Filmin ismi Nick Cave şarkısındır aparkat, film müziği de Beck'in Nausea'sı. Neyse hiç kolay bir iş değilmiş stopmotion, bunun öğrendim bu vesile ile de.

Çok üstüme gelmeyin, ilk yönetmenlik deneyimim ama yorumlarınızı bekliyorum.

24 Mayıs 2011

Bir Gün Dönüp Bakınca Düşler

Ne kadardır adam gibi blog yazmıyorum, fikir yok mu var ama elim gitmiyor. Bir de diğer (motorsporları) blogu olunca iyice vakit ayıramıyorum.



Bir de şunu farkettim, blog yalnızlık işi benim için. Bir arkadaş gibi, iyisiyle kötüsüyle. Yani içimi dökmekte sıkıntı yaşamıyorum ama bazen diğer arkadaşlarımla daha çok görüşüp blogla daha az hoşbeş ediyorum. Ve tabi bir de twitter var. Blogdan çok daha "kurz and schmerzlos".



Tabi bir yandan da blog özgürlüğümüzü kaybedebilme ihtimalimiz var. Onun için bile bir satır yazmadım buraya, utanıyorum kendimden. Bozcaada Maratonu için buralarda olmadığımdan dolayı protesto yürüyüşüne katılamadım (onu bile yazmadım buraya). Kaç bin kişi olursa olsun, bir gün toplanıp yürümekle hiç bir şey olmaz kanımca, protestonun süregelen bir şey olması lazım. O yüzden biz de bu haftasonu yapılan Chillout Festivaline tshirt yaptırıp gittik. Bundan sonra da ufak tefek, karınca kararınca da olsa eylemlerimiz devam edecek.



Bir yandan da tamamen gündemdışı konular da yazmak istiyorum. Mesela bir 100 Facts About Me postu görmüştüm Geowyns'in blogunda, yapsam mı kendimce demedim değil. Hem ben de kendimi bir gözden geçirmiş olurum. Bunun dışında daha önce yaptığım bir stopmotion video vardı, ilk yönetmenlik denemem. Onu bloga eklemeye çalışmışım ama yapamamıştım. Onu da Youtube embed özelliği ile tekrar koymaya niyetliyim.



Bunun dışında yaz geliyor, takılmasyon, seçimler fln, bakarsınız aylarca uğramam bir daha. Kim bilir...
Related Posts with Thumbnails