05 Ağustos 2011
Din Kültür Ahlak Bilgi
Soru 1) Bir süre geçti üzerinden, Caz Festivali kapsamında Amadou&Miriam konserine gittik arkadaşlarla. Konserin ortasında organizasyon görevlileri geldi, sanatçıların kulaklarına bişi söledi ve şarkıdan sonra (uzuncana) bir ezan arası verildi. Mehmet Tez'in Hafif Müzik'te yazdığına göre Esma Sultan ile Ortaköy camii'nin yakınlığından dolayı özel bir durummuş bu, ki gayet mantıklı ama sorum daha genel.
Şöyle ki, bu durumun da örnek teşkil ettiği üzere müzik, dine saygı duyuyor. Gerektiğinde ara veriyor, gerektiğinde eşlik ediyor ama kayıtsız kalmıyor ve yapıcı bir reaksiyon veriyor. Bunu müziğin dışında da hayatımızda hemen hemen herşey yapıyor. Dine saygı, dini fazla sorgulamama. Ama din, nedense kendisine gösterilen saygıyı hiç bir şeye göstermiyor; hayatın en önemli parçasıymış gibi takılıyor. Yani benim için müzik, dinden daha öncelikli. Hayatımda daha fazla yer kaplıyor. O zaman niye "dini bütün" insanlar, benim bu önceliğime saygı göstermiyor da hep ben onların dinine saygı göstermek zorunda kalıyorum? Niyetim, konser var diye ezan dursun değil (ki aslında olmayacak bişi değil, Esma Sultan'da konser varsa o akşam sadece Ortaköy Camii'nden ezan okunmasın, diğer binlerce camiinin sesi zaten duyuluyor). Benim hayatımın önemli bir parçası ile onların hayatının önemli parçası beraber varolabilir. Sadece karşılıklı saygı, anlayış, anlamasan bile tolerans. Bu kadar mı zor?
Birinci soruyu özetleyeyim: Niye herşey dine saygı duymak ve yolundan çekilmek zorunda da din, hiç bir şeye saygı göstermeden varolmaya devam ediyor? Ufak bir not: Kesinlikle Islamiyetten bahsetmiyorum, bütün dinler kapsama alanımızda.
Soru 2) Asmalımescit'te bir ton masa, bir akşam ansızın gelen adamlar tarafından toplandı. Üstünde yenilmekte olunan yemekler, masaların üstünde oturan insanlar yoklarmış gibi varsayılarak. Bir grup insan bağırdı "hayat tarzımıza tecavüz ediliyor" diye. Diğerleri de belediyenin aslında çok saçma bir şey yapmadığını, verilen işgaliyelerin hakkından çok daha fazla yere masa atıldığını, yürümenin çok zor olduğunu, yapılma şekli yanlış olsa da yapılanın doğru olduğunu söylediler. Açıkçası ikinci grup haksız da sayılmazdı. Asmalı, gerçekten artık (özellikle cuma ve cumartesi akşamları) adım atılamayacak bir duruma gelmişti ve böyle bir şey gerekliydi. Ama bugün, yapılan bu operasyonun samimiliğine olan inancım sıfırlandı. Her gün gidip yemek yediğim, çok düzgün insanların, kimsenin hakkını yemeden işlettiği Fıccın'da da bütün masa ve sandalyelerin toplandığını görünce gerçekten tepem attı. Fıccın'ın işgaliyesini belediyeye ödediğini biliyorum, hatta çarşamba günü masalar toplanmadan saatler önce belediyeden masaların nasıl konulabileceğine dair yazı gelmiş. Ona göre koyulan masalar da bir kaç saat sonra toplatılmış!! Sebep de "Başkan"ın bakacağıymış. Ertesi sabah masalar koyulduğunda, zabıtalar gelip işgaliye ödenen yerdeki masalar dahil hepsini toplayıp gitmişler. "Başkan'ın emri". Benim anlamadığım hakların ödendiği yerleri bile işletmelerin kullanamaması, Başkanların emretmesi ve bunun sorgulanamaması ne demek? Açıklanmaya ihtiyacı olan sorular. Müşterilerden biri bunun nasıl da ramazana denk getirildiğini belirtti, o kadar komplo teoristi olmak istemem ama ramazana denk geldiği de bir gerçek. Eğer eylül başında, bayramdan sonra bir anda Belediye ile işletmeler uzlaşırsa o zaman ne olacak? 11 ayda bir bu kavga mı yaşanacak? Peki o zaman bu, hak-hukuk-kanun kalkanının arkasından sallanan padişah kılıcı olmuyor mu?
Asmalımescit, Cihangir, Galata, Taksim ve genel olarak Beyoğlu, Türkiye'nin geri kalanında hemen kabul edilmeyecek tarzda insanların rahat barınabildiği, kültür ve sanat beşiği, insanların "burasında" değil rahat rahat gezdiği yerler. Hatta çoğu kişi tarafından kurtarılmış bölge olarak görülür. Ve buralara yapılan kanun yapıcılığının, o kanunları çiğnemeye çalışan bazı işletmecilerden bile daha mide bulandırdığını düşünüyorum.
Fasulye'nin faydaları kalıbı nereden gelir hiç merak etmiş miydiniz?
08 Temmuz 2011
Rock Werchter
Bu yaza da babalar gibi bir festival sığdırdık ya, sırtımız yere gelmez artık. Bu seneki Rock Werchter'den notlar:
15 Haziran 2011
Tumbla
Random Defunct Tumblr
03 Haziran 2011
It Wasn't Me
Haftayı bir best-of ile kapama kafası...
27 Mayıs 2011
Karanlıkta Yemek
Bir süre önce barselonada gitmeye niyetlenmiş ama gidememiştik, dün akşam Galatanın ortasında, Kör fotoğrafçılar projesinin bir ayağı bu karanlıkta yemek. Ama zigfiri karanlıkta, hiç bir şey görmeden, kör, ya da politically corect olarak, görme engellilerin servis yaptığı, müzik çaldığı bir ortam. Ve baya değişibir deneyim. Olay, körlerin ne yaşadığını anlamak ve onlara acımak değil aslında. Hatta tamtersine körlüğün düşünülen kadar acınaacak bir şey olmadığına karar verdim dün akşam. Tek yağptoğın gözün tembelliğini ortadan kaldırmak. Bir madde olarak mekandaki varlığın kaybolduğındanetrafını algılamak zorundasın yine ve bunu gözlerinle değil başka duyularla yapıyosun. Yani aslında beyindeki mekanıı gözlerinle değil diğer duygularınla çizmek. Sesler, seslerin uzaklıkları, hislerin, sıcaklık soğukluk.
Enteresandır, masamıza yönlendirildik, elele verip masalara gittik ve ghızla yerime alıştım. çok da rahat ettim. Ama sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde masadan kalktım, herkes piste dansetmeye davetedildi := neyse ben de kalktım, ve alıştığım yerimden kalktıktan sonra, uzaklaştıkça, sanki karanlık daha da bir siyah olmaya, daha bir koyulaşmaya başladı. Baya enteresan bir deneyimdi. Ayrıca yemekleri bilmeden yemek, nası keseceğini bilmeden yemek de garip bir deneyimdi. Ama karanlık odada foto basmaktan bir alışkanlığım olduğu için çok garipsemedim ve üstüme dökmeden yemeyi becerebildim.
Bunun dışında işin belki de en güzel tarafı, iç güzellikle yaşıyosun. O sırada farkettim ki genelde bu durumdan kaçmama çalışmama rağmen ne kadar herşeyi görünüşüne göre yargılıyoruz. Ne giyindiğimiz, saçlarımız, bakışlarımız ne kadar çok şeyi determine ediyomuş. Karanlıkta insan bütün ön yarglılarından kurtuluyor, tamamne iç güzellik. Insanların da yediğin pilavın da içtiğin şarabın da iç güzelliğine odaklanıyosun. Çok daha eşit bir hayat, önyargısızlık.
Bir de mesela herkes, aslında ne kadar güven duygusu içinde orada olduklarından bahsettiler. Hani karanlıkta, başkalarına güvenerek hayatını devam ettiriyosun mantığıyla. Benim için ise hiç öyle değildi. Kimseye güvenmek zorunda değil körler, ve güvene muhtaç da diilller. Kendi dünyalarını kendileri yaratabilir ve devam ettirebilirler. O yüzden çok daha sayfu göstermeye ve takdir etmeye başladım onları.
Gecenin en enteresan şeylerinden biri de Braille alfabesinden yapılmış Playboy dergisiydi, içi tamamen makale::)
Fotoğraf yok, çünkü hem foto makinesi almadım yanıma, hem de bu yazının amacına uuygun değil. sadece herkese tavsiye ettiğimi belirtmek isterim bu deneyimi. Bir blogpostu bile gözleriniz kapallı yazınca, insan bir garip hissediyor. Isterseniz bir tweeti veya bu posta yorumu gözleriniz kapalı atın, o bile garip gelecek ama sadece en başta. Sonra ona ne kadar çabuk alıştığınızı görmek daha da garipsetecektir sizi.
(şimdi okudum da baya bir kısmını doğru yazmışım, vay be)
25 Mayıs 2011
Towers of Song
Mart sonu, nisan başı yaptığım bu videoyu, yazısını yazmış ama bloga koyamamıştım (teknik zamazingolardan dolayı). Bugün bir anda aklıma geldi, Youtube embed'ini koyayım dedim. Buyrun, hem yazı hem video.
----------------------------------------
Yeni evime taşındığımdan beri koli koli CD ellerimden öper bir şekilde duruyordu antrede. "Abi beraber boşaltır, müzik muhabbeti yaparız" diyen kolpaçinolar sayesinde 2 ay orada duran velinimetlerimi, sonunda dayanamayıp alfabetik sıraya dizme kararı aldım. Aslında bütün olay, alfabetik sıraya dizip bir de fotoğraflarını çekmekti toplucana. Ama farkettim ki kolilere sırayla koyulmamış CDleri önce sıraya dizmek lazım. Ve bu aslında pek de azımsanmayacak bir iş.
Dedim ben bu kadar efor koyuyorum, bari bir "behind the scenes" çekeyim. Sonra o fikir, bir stopmotion film yapma fikrine dönüştü ve karşınızda bunun ürünü Towers of Song var. Filmin ismi Nick Cave şarkısındır aparkat, film müziği de Beck'in Nausea'sı. Neyse hiç kolay bir iş değilmiş stopmotion, bunun öğrendim bu vesile ile de.
Çok üstüme gelmeyin, ilk yönetmenlik deneyimim ama yorumlarınızı bekliyorum.
24 Mayıs 2011
Bir Gün Dönüp Bakınca Düşler
28 Nisan 2011
Sabahlar Olmasın!
11 Nisan 2011
Deconstructing Harry
Bugün 11 Nisan 2011, yıkılmanın günü. Hem madden hem manevi olarak. Çünkü birini sevmekten çok farklı diildir takım tutmak da. Sebepleri vardır; her şeyin iyi olacağına inanırsın, karşılık beklemeden stada gidersin, yeri gelir bağırır yeri gelir ağlarsın, sana inanmayanlara kızarsın, ve o inanmayanların dedikleri çıktıklarında da kızarsın neye kızdığını bilmeden. Ama gün gelir öyle bir mutluluk olur ki o stadın içinde, dünyanın geri kalanı umrunda değildir. Haykırmak, bağırmak, herkese anlatmak istersin. Ama bir takım tutmanın, bir renge gönül vermenin, bir insana gönül vermekle en ortak kesişeni mantıksızlığı, sebepsizliğidir. Yukarıda saydığım o sebepler, aslında ufacık bir yüzdesidir içinde hissettiklerinin. Gerisi kelime tutmaz, söze gelmez. Işte bu bölümüdür en acıtanı.